22 Haziran 2025 Pazar

Hürmüz Boğazı Krizi ve Küresel Ekonomilere Etkileri: ABD ve Çin Perspektifinden Bir Değerlendirme

Giriş

Hürmüz Boğazı, dünya enerji güvenliğinin en kritik noktalarından biri olarak kabul edilmektedir. Basra Körfezi ile Umman Denizi’ni birbirine bağlayan bu dar geçit, günlük ortalama 20 milyon varil petrol taşımacılığıyla küresel arzın yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır. Bu yönüyle Hürmüz, yalnızca coğrafi bir geçit değil; aynı zamanda küresel ekonominin ve enerji piyasalarının nabzının attığı bir stratejik arterdir. Son dönemde İran'ın boğazı kapatma tehditleri ve artan bölgesel gerilimler, başta ABD ve Çin olmak üzere birçok ülke açısından ciddi ekonomik ve jeopolitik riskler doğurmaktadır. Bu makalede, Hürmüz Boğazı’nda olası bir kriz senaryosunun ABD ve Çin ekonomileri üzerindeki etkileri mercek altına alınmaktadır.

ABD’ye Etkileri

Amerika Birleşik Devletleri, tarihsel olarak Orta Doğu’daki enerji şoklarından ciddi şekilde etkilenmiş bir ülkedir. Ancak son on yılda gerçekleşen kaya petrolü devrimi, ABD’yi dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisi haline getirmiştir. Bu dönüşüm, ABD'nin dış petrole olan bağımlılığını önemli ölçüde azaltmış, ülkeyi net petrol ihracatçısı konumuna taşımıştır. Enerji bağımsızlığındaki bu ilerleme, ABD ekonomisinin Hürmüz Boğazı’na olan doğrudan bağımlılığını düşürmüş, dolayısıyla bu tür boğaz kaynaklı arz kesintilerine karşı daha dirençli hale gelmesini sağlamıştır. Ayrıca ABD, olası arz şoklarına karşı büyük stratejik petrol rezervlerine (SPR) sahiptir. Bu rezervler, ani krizlerde piyasaya müdahale ederek arz talep dengesini bir süre koruyabilecek potansiyele sahiptir. Kanada başta olmak üzere, Kuzey Amerika’daki güvenilir kaynaklardan sağlanan tedarik de ABD’nin enerji güvenliğini çeşitlendirmiştir. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen, küresel petrol fiyatlarında yaşanacak ani sıçramalar, ABD’de de benzin fiyatları ve enflasyon üzerinde etkili olmaya devam edebilir.

Çin’e Etkileri

Çin açısından bakıldığında ise tablo daha kırılgandır. Çin, dünyanın en büyük ham petrol ithalatçısı konumundadır ve enerji ihtiyacının yaklaşık %70’ini ithalatla karşılamaktadır. 2025’in ilk çeyreği itibarıyla Çin, Hürmüz Boğazı üzerinden günde ortalama 5,4 milyon varil ham petrol ithal etmiştir. Çin’in Körfez ülkelerine olan yüksek bağımlılığı, Hürmüz Boğazı’nda yaşanacak bir kesintinin Pekin ekonomisi üzerinde doğrudan ve güçlü etkiler yaratma potansiyelini artırmaktadır. Çin, petrol ithalatında uzun vadeli sözleşmeler yoluyla tedarik güvenliğini artırmaya çalışsa da, bu sözleşmelerin büyük bölümü Brent veya WTI gibi uluslararası fiyat endekslerine bağlıdır. Dolayısıyla, boğazda yaşanabilecek bir kriz durumunda fiyat şokları kaçınılmaz olarak Çin’e yansıyacaktır.

Çin yönetimi, enerji güvenliğini artırmak amacıyla stratejik petrol rezervlerini artırmakta ve Rusya, Batı Afrika ve Latin Amerika gibi farklı bölgelerden ithalatı çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Ancak bu alternatiflerin hiçbirinin Hürmüz Boğazı’nın taşıdığı hacmi telafi edecek kapasitede olmadığı ortadadır. Özellikle Orta Asya’dan Çin’e ulaşan boru hatlarının kapasitesi sınırlı, taşıma maliyetleri ise oldukça yüksektir. Ayrıca Çin’in sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatını artırma çabaları da mevcut, ancak bu pazarın dalgalı fiyat yapısı ve sınırlı arz esnekliği, enerji güvenliği risklerini ortadan kaldırmamaktadır.

Hürmüz Boğazı’nda yaşanacak olası bir kriz, Çin ekonomisini yalnızca enerji maliyetleri üzerinden değil, üretim ve ticaret zincirleri aracılığıyla da ciddi şekilde etkileyebilir. Petrol fiyatlarında yaşanacak keskin artışlar, Çin’de üretim maliyetlerini yukarı çekecek, bu da enflasyonist baskıları artıracaktır. ABD ile süregelen ticaret savaşları nedeniyle zaten dış talepte daralma yaşayan Çin, iç tüketimin zayıf kaldığı bir ortamda enerji fiyatlarının artışıyla birlikte büyüme ivmesini yitirme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Ayrıca Hürmüz Boğazı’ndan yapılan taşımacılığın sekteye uğraması, deniz sigortası maliyetlerini ve teslimat sürelerini artırarak Çin’in küresel üretim zincirindeki etkinliğini de zayıflatabilir. Bu türden bir çoklu şok, yalnızca Çin’i değil, Çin’e bağlı küresel tedarik zincirlerini de sarsarak dünya ekonomisinde domino etkisi yaratabilir.

Hürmüz Boğazı Kapatılabilir mi?

Hürmüz Boğazı’nın tamamen ve uzun süreli bir şekilde kapanması olasılığı düşük görülmektedir. İran, her ne kadar zaman zaman boğazı kapatma tehdidinde bulunsa da, kendi petrol ihracatının da büyük bölümünü bu boğazdan gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla bu tür bir adım, İran için ekonomik anlamda kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelebilir. Öte yandan ABD’nin 5. Filosu’nun bölgede konuşlanmış olması, boğazın uluslararası deniz taşımacılığına açık kalmasını güvence altına alan önemli bir caydırıcı unsur olarak öne çıkmaktadır. Tarihsel olarak da, 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı ve “Tanker Savaşı” gibi olaylarda boğazda tehditler yaşanmış, ancak uluslararası topluluğun müdahalesiyle geçişler hiçbir zaman uzun süreli olarak durmamıştır. Güncel piyasa beklentileri ve uzman yorumları da, boğazın birkaç haftalık geçici kesintiler dışında uzun süreli olarak kapanma ihtimalinin düşük olduğunu ortaya koymaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak Hürmüz Boğazı, yalnızca enerji ticaretinin değil, aynı zamanda jeopolitik istikrarın da anahtarı niteliğindedir. ABD, kaya petrolü üretimi sayesinde bu tür krizlere karşı daha esnek hale gelirken, Çin’in Hürmüz Boğazı’na olan yüksek bağımlılığı ciddi kırılganlıklar yaratmaktadır. Bu kırılganlıkların, özellikle ticaret savaşları gibi küresel ekonomik gerginliklerin yoğun olduğu dönemlerde daha belirgin hale geldiği görülmektedir. Bu bağlamda ülkelerin enerji tedarik zincirlerini çeşitlendirmesi, stratejik rezervlerini güçlendirmesi ve alternatif taşıma yollarına yatırım yapması, yalnızca enerji güvenliği için değil, aynı zamanda ekonomik istikrar için de kritik önem taşımaktadır. Hürmüz Boğazı’nda yaşanacak bir kriz, bu dersleri hatırlatacak ve enerji stratejilerinde yapısal dönüşümleri zorunlu kılacaktır. 

21 Haziran 2025 Cumartesi

Günümüzde İyi Bir Ekonomist Nasıl Olur?

Funnel Modeliyle Disiplinlerarası, Stratejik ve Veriye Dayalı Yeni Nesil Ekonomist

Modern dünyada “uzmanlaşmak” sıklıkla bir başarı ölçütü olarak sunuluyor. Ancak ekonomi gibi çok boyutlu, insan merkezli ve dinamik bir alanda yalnızca dar bir alana odaklanmak, bütün resmi ıskalamak anlamına gelebilir.

Gerçekten etkili bir ekonomist; farklı alanları okuyabilen, teknik araçlara hâkim olan ve tüm bu bilgileri stratejiye dönüştürebilen kişidir. Bunun içinse klasik uzmanlık anlayışının ötesine geçmek gerekir.


Disiplinlerarası Bir Ekonomist Profili

John Maynard Keynes, 1924’te Alfred Marshall için yazdığı yazıda şöyle der:

“İyi bir iktisatçı; matematikçi kadar amansız, tarihçi kadar kapsamlı, devlet adamı kadar amaçlı ve filozof kadar alçakgönüllü olmalıdır.”

Bu tanım, ekonominin disiplinler arası doğasını çarpıcı biçimde ortaya koyar.
Bir ekonomist hem soyut hem somut düşünebilmeli; olayları sayısal olarak analiz edebilmeli, geçmişi kavrayıp bugünü anlayabilmeli ve geleceğe dair tutarlı hedefler koyabilmelidir.

Tarih, siyaset, sosyoloji ve psikolojiyi bilmeden ekonomi yalnızca teknik bir modelleme çabasına dönüşür. Bu da analizi stratejiden koparır.


T-Modeli Artık Yetmiyor: Yeni Zihin Yapısı “Funnel”

Uzun yıllar “T-şekilli uzmanlık” —bir alanda derinleşme, diğer alanlarda genel bilgi sahibi olma— ideal olarak sunuldu. Ancak günümüz ekonomist profili için bu model yetersiz kalıyor.

Çünkü ekonomi pratiği artık:

  • Geniş bir kavrayış,
  • Çok sayıda teknik beceri,
  • Derin bir düşünsel bütünlük gerektiriyor.

Bunun için daha doğru yapı: Funnel (huni) modeli.

Funnel yapısı şöyle işler:

  • Geniş taban: Tarih, siyaset, sosyoloji, psikoloji ve teknoloji gibi alanlarda genel bilgi,
  • Orta kademe: Ekonometri, veri analizi, finansal okuryazarlık gibi teknik yetkinlikler,
  • Dar uç: Derin ekonomi bilgisi, analitik tutarlılık ve stratejik düşünce.

Uygulama Alanına Göre Değişen Yetkinlik Profilleri

Funnel modelinin uygulanışı, ekonomistin çalıştığı sektöre göre farklılaşır. Kamu politikası, reel sektör stratejisi ya da finansal piyasalar gibi alanların her biri; farklı bilgi setleri, teknik araçlar ve odak noktaları gerektirir.

  • Kamu tarafında çalışan bir ekonomist, toplumsal yapı ve kamu yararını merkeze alan disiplinlerarası bir bakış açısına sahip olmalıdır.
  • Reel sektörde çalışan bir ekonomist, işletme, finans ve veri analiz becerilerini stratejiyle birleştirmelidir.
  • Finansal kuruluşlardaki ekonomist ise, getiri-riski optimize eden analizleri yapabilecek teknik derinliğe sahip olmalıdır.

Ancak hepsi için ortak olan şudur: Sağlam bir ekonomi temeli, analitik düşünme gücü ve stratejik perspektif.


Ekonomist Yazılımcı Değildir; Stratejik Karar Üreticisidir

Python, R, Stata gibi araçlar artık ekonomistlerin olmazsa olmaz araç setinde yer alıyor. Ancak burada kritik fark şudur: Ekonomist, sıfırdan algoritma yazmak zorunda değildir.
Görevi; veriyi anlamlandırmak, analizi stratejiye dönüştürmek ve karar destek sistemleri oluşturmaktır.

Kod yazmak, yazılım üretmek için değil; stratejik analiz ve karar mekanizmalarını desteklemek için öğrenilir.

Araçlar amaç değildir. Amaç: Etki üretmek, strateji geliştirmek ve doğru kararı desteklemek.


Gerçek Gözlem: Şirketler Bu Profili Ne Kadar Arıyor?

Finera olarak son 1,5 yılda farklı sektörlerde edindiğimiz deneyimler gösteriyor ki: Şirketlerin yalnızca %1’lik bir bölümü bu çok yönlü, stratejik düşünceye sahip ekonomist profilini gerçekten talep ediyor — ve buna uygun ücretlendirme yapıyor.

Oysa bu profile olan ihtiyaç çok daha yaygın. Finans, pazarlama, üretim, insan kaynakları ve yönetim gibi pek çok birim; veri odaklı, stratejiyle düşünebilen çok yönlü uzmanlara ihtiyaç duyuyor.


Peki Bu İhtiyaç Neden Karşılıksız Kalıyor?

1. Farkındalık var, yatırım yok: Bazı şirketler stratejik uzmanlığın önemini kavrıyor, ancak bu düzeyde bir yetkinliğe yatırım yapmıyor.

Kalite istiyor ama ucuza çözüm arıyor.

2. Ücret belirleyici, nitelik arka planda: Başta düşük ücret sınırı belirleniyor ve bu ücrete razı olacak kişi bulunmaya çalışılıyor.

Niteliğe değil, maliyete göre işe alım yapılıyor.

3. En risklisi: Farkında olmayanlar: Bazı yöneticiler ihtiyaçlarını dahi fark etmiyor. Gelişmiş uzmanlığı anlamadığı için “gereksiz” buluyor.

Konunun dışına itiyor çünkü kontrolü kaybetmekten çekiniyor.

Ve işin özü şu: Nitelikli bir uzmanı istihdam etmek yalnızca teknik bir karar değil; yetki devretme cesareti ve kendini geliştirme iradesi gerektirir.


Sonuç: Geleceğin Ekonomisti Kimdir?

Geleceğin ekonomisti:

  • Geniş düşünebilen ama odağını kaybetmeyen,
  • Teknik araçlara hâkim ama teorik temeli sağlam,
  • İnsan davranışını anlayan ama veriye dayalı konuşan,
  • Python, R, Stata gibi araçları stratejik analiz için kullanabilen,
  • Veri analizi yapabilen ve bunu anlamlı çıktılara dönüştürebilen,
  • Disiplinleri birleştirip iş ve politika stratejisine çevirebilen kişidir.

Tüm teknik beceriler, bir amaç için kullanılır:

Karar destek üretmek, öngörü sağlamak ve etki yaratmak.

Funnel modeli, bu çağın ekonomistini tanımlar.
Ve bu model yalnızca bireysel gelişimin değil, kurumsal dönüşümün de anahtarıdır.

 

Peki bir soru, Türkiye’deki üniversitelerin kaç tanesi günümüz ihtiyaçlarına uygun ekonomist yetiştiriyor?

 

19 Haziran 2025 Perşembe

Anlattığın, Karşındakinin Anladığı Kadardır

“Toplum beni anlamadı.”

Bu cümleyi çok kez duymuşuzdur. Van Gogh’tan Kafka’ya, zamanında değeri bilinmemiş pek çok sanatçının ortak feryadıdır bu. Sanatçının anlaşılmaması, çoğu zaman toplumun henüz o düşünsel, estetik ya da duygusal düzeye ulaşamamış olmasından kaynaklanır. Yani zaman, mekan ve zihin düzeyi henüz denk düşmemiştir.

Ama biz ekonomistler, finansçılar, veri analistleri için durum böyle değil. Bizim derdimiz genellikle toplumun henüz hazır olmaması değil, bizim yeterince açık anlatamıyor oluşumuz. Toplumun seviyesinin altına inmek değil mesele. Tam tersine, anlatmak istediğimizi, derinliğini koruyarak sadeleştirebilmek. Yoksa elimizdeki bilgi sadece bizde kalıyor, karşıya geçemiyor. Ve bu durumda suçlu olan toplum değil, biziz.

Bazen bir grafik görüyorum. Renk renk çizgiler, karmaşık eksenler, içinde kaybolduğum 8-9 farklı veri seti... Bir süre bakıyorum anlamakta zorlanıyorum. Sonra düşünüyorum: Belki bu grafiği hazırlayan kişi için her şey çok açık. Kendi kafasında kurduğu yapıda, her bir çizgi bir şey anlatıyor. Ama ben o kafanın içinde değilim. Dolayısıyla bu verilerin ne demek istediğini belki de tam anlayamıyorum.

Bir hocam şöyle derdi:

“Senin kafanda her şey anlamlı olabilir ama ben senin kafanın içinde değilim.”  Bu cümle, iletişimin özünü o kadar güzel özetliyor ki...

Bilmek Yetmiyor, Aktarabilmek Gerek

Sadece bir şeyi bilmek, onu başkalarına anlatabilmek anlamına gelmiyor. Bilgi, karşıya geçmediği sürece gerçek anlamına ulaşamıyor. Aktarmak, anlatmak ve en önemlisi anlatılanın anlaşılmasını sağlamak, bilgi kadar kıymetli. İşte tam da bu yüzden, iletişimin özü basitleştirmekte yatıyor.

Ama burada çok önemli bir ayrım var:

Basitleştirmek, içeriği yüzeyselleştirmek değildir. Sade anlatmak, mesajı boşaltmak ya da onu popüler kültür seviyesine çekmek değildir. Aksine, bir konuyu sade bir dille anlatabiliyorsak, o konuyu gerçekten anladığımızı gösterir. Çünkü ancak özü kavrayan kişi, gereksiz süslemeler olmadan, doğrudan anlatabilir.

Einstein da boşuna dememiş: “Bir şeyi basitçe anlatamıyorsan, yeterince iyi anlamamışsındır.”

Ekonomistlerin ve Finansçıların Sınavı

Sahada karşılaştığım en büyük sorunlardan biri şu: Ekonomi ve finans alanında yapılan birçok analiz, “genel geçer bilgiler” veya “genel kültür bilgisi” gibi algılanıyor. Oysa biz sahada gerçek sorunlara çözüm üretmeye çalışıyoruz. Ancak anlatım dili o kadar kapalı, o kadar teknik ve karmaşık ki, etki alanı daralıyor. Okuyucu anlamadığı şeyi sahiplenmiyor.

Halbuki biz daha açık, daha anlaşılır ve daha yalın raporlar yazmalıyız. Ama bu, içeriği basitleştirip “hafifletmek” değil; tam tersine, onu özünden koparmadan anlaşılır kılmaktır.  Karmaşıklığı azaltmak, etkisizleştirmek değil; bilginin etkisini artırmaktır. Herkesin okuyabileceği, anlayabileceği ama aynı zamanda derinliği olan metinler üretmek zorundayız. Çünkü bizim işimiz sadece analiz etmek değil, aynı zamanda anlattığımız şeyin anlaşılmasını sağlamak.

Sonuç: Anlaşılmak İçin Sadeleş

İyi analiz sadece veriye değil, anlatıma da dayanır. Bu yüzden, ekonomistlerin ve finansçıların daha sade, daha açık ve daha empatik bir dille konuşmaları, yazmaları gerekiyor. Çünkü anlatmak, ancak anlaşılırsa değerli.

Ve unutmayalım: Anlattığın şey, karşındakinin anladığı kadardır.

11 Haziran 2025 Çarşamba

Raporlar Hazırlanıyor, Kimse Okumuyor: Türkiye’de Analizin Boşluğu ve Araştırma Merkezleri Gerçeği

İşim gereği her gün en az 15-20 rapora göz gezdiriyorum. 2-3 sayfalık bültenleri, politika notlarını ya da sektör analizlerini ise saymak mümkün değil. Ancak bu yoğun rapor trafiğinde dikkat çeken tek bir ortak nokta var: Türkçe nitelikli çalışma bulmakta zorlanmak..

Türkiye’deki popüler kültür virüsü maalesef ekonomi ve araştırma dünyasını da sarmış durumda. Ve bu durumun merkezinde ne yazık ki vasatlık, daha doğrusu metodolojik bir yetersizlik yatıyor. Sosyal bilimlerde, doğrudan ispatlama kolay değildir; bu yüzden ya matematiksel modeller kurarız ya saha araştırmaları yaparız ya da bütüncül bir veri analizi geliştiririz.

Ancak birçok çalışmada en popüler, en "trend" yöntemin tercih edildiğini görüyoruz. Özellikle makine öğrenmesi gibi konulara ilgi var ama çoğu zaman bu çalışmalar ekonometrik temelden uzak, çok temel hatalar içerir ve çoğu zaman neyin neden yapıldığı belirsizdir — sadece yapılmış olmak için yapılır.

Saha araştırmaları ise bambaşka bir disiplin. Sadece anket yapmak yetmez; soruların hazırlanması, ölçeklerin belirlenmesi, istatistiksel analiz ve yorum süreci başlı başına bir uzmanlık işidir. Türkiye'deki saha çalışmalarının büyük bölümü ise bu süreci bilimsel düzeyde yürütemediği için yalnızca kamuoyu eğilimi ölçmeye yarar hale geliyor.

Veri analizi ise belki de en zorlu alan. Çünkü yalnızca istatistiksel bilgi değil; sezgi, örüntü tanıma yeteneği, öngörü ve analitik disiplin gerektirir. Ne yazık ki birçok analiz çalışması yalnızca verilerin görselleştirilmesinden ibaret kalıyor. Ortada analiz yok, sadece “veri kusması” var — grafik üstüne grafik, tablo üstüne tablo... Bağlantı kurulmadan, neden-sonuç ilişkileri inşa edilmeden, içgörü üretmeden.

Nitelikli bir araştırmanın olmazsa olmazları vardır: amaç, kapsam, motivasyon, özgünlük, yöntem, hipotez ve sonuç. Ancak ülkemizde birçok çalışmada bu temel unsurlar arasında hiçbir tutarlılık göremiyoruz. Başlıkla içerik uyuşmuyor. Hipotez eksik ya da yanlış. Sınama yöntemi ya yok ya da alakasız. “Analiz” var deniyor ama bulgu yok, sonuç yok.

Bir Örnek Olarak Yeni Bir Rapor: Biçim Var, İçerik Yok

Finera olarak Türkiye'deki sığınmacıların ekonomiye ve istihdam piyasasına etkilerini inceleyen bir araştırma projesi başlattık. Literatürü tararken güçlü bir ticaret odasının kurduğu bir “Araştırma Merkezi’nin aynı konuda bir rapor yayımladığını gördük: “Göçmen İşgücünün Ekonomik Etkileri: Türkiye’de İstihdam, Büyüme ve Politika Önerileri”

Rapor ilk bakışta etkileyici görünüyor. Sayfalarca başlık, teorik çerçeve, kavramsal ayrım, literatür özeti... Ancak okumaya başladığınızda şunu fark ediyorsunuz: bu bir analiz değil, bir metin kolajı. Ne bir saha araştırması yapılmış ne bir ekonometrik yöntem kullanılmış. Sadece makro düzeyde genel veriler bir araya getirilmiş ve grafikleştirilmiş.

Ancak en büyük sorun, bu verilerden bir örüntü çıkarılmamış olması. Grafikler alt alta sıralanmış ama aralarında bir ilişki kurulmamış. Veri yorumlanmamış, içgörü üretilmemiş. “Veri analizi yapılmış” deniliyor ama ortada analiz değil, sadece şekilsel bir sunum var.

Politika Önerileri: En Sorunlu Alan

Rapordaki “Politika Önerileri” bölümü ise belki de en zayıf halka. Çünkü raporun içeriği boş. Boş bir içeriğin sonunda doğal olarak bir bulgu da yok. Bulgu olmayınca da önerilecek bir şey kalmıyor. O bölümde yer alan klasik, klişe cümleler dışında somut hiçbir şey yok: Ne ekonomik fizibilite, ne etki analizi, ne uygulanabilirlik değerlendirmesi...

Asıl Soru Hiç Sorulmuyor

Raporda, bültende ya da notta kullanılan yöntemler bir yana, asıl temel soru çoğu zaman sorulmuyor.

Bu çalışma ne işe yarayacak? Kime hitap edecek? Ne fayda sağlayacak?

Bu sorular sorulmadan hazırlanan her içerik, yalnızca “bir şey üretmiş olma” kaygısının sonucu. Ama bu yaklaşım yalnızca kaynak israfı yaratmıyor, aynı zamanda entelektüel kirlilik de oluşturuyor. Gerçekten fayda üretmeyen, karar vericiye yol göstermeyen, araştırmacıya ilham vermeyen hiçbir çalışmanın anlamı yok.

Sorun Sadece Bu Rapor Değil

Bu durum tek bir merkeze özgü değil. Türkiye’deki birçok kamuya bağlı araştırma merkezi, üniversite enstitüsü ve hatta bazı sivil toplum kuruluşları bu sorunu paylaşıyor. Araştırma üretimi adeta bürokratik bir zorunluluğa dönüşmüş durumda. “Proje tamamlandı mı?”, “Rapor çıktı mı?” — asıl soru sorulmuyor: “Bu rapor bir karar alıcıyı etkiledi mi?”

Bilgi Kirliliği: Sayfa Sayısı = Kalite Yanılgısı

Yayımlanan bu tip raporlar aslında bilgi kirliliği yaratıyor. Kavramların bolca kullanılması analiz yapıldığı anlamına gelmiyor. Raporlar uzun ama anlamsız; kavramsal ama içi boş. Bu yüzden de gerçekten nitelikli analizler görünmez hale geliyor.

Ne Olmalıydı?

  • TÜİK mikro verisi kullanılarak sektörel ve bölgesel düzeyde göçmen-istihdam ilişkisi incelenebilirdi.
  • Panel zaman serisi modelleri ile göçmen varlığının bölgesel işgücü piyasalarına, ücret dinamiklerine ve kişi başı gelir düzeyine etkisi analiz edilebilirdi. Bu yöntemle zaman içi değişim ve bölgesel kırılmalar birlikte değerlendirilebilirdi.
  • Nitelikli bir saha araştırması tasarlanarak hem işverenler hem de göçmen çalışanlar özelinde işgücü entegrasyonu, kayıt dışılık, ücret farklılıkları ve sosyal uyum gibi alanlarda veri toplanabilirdi.
  • Politika önerileri, bu analizlerin bulgularına dayanarak kamu harcamaları, işgücü piyasası dengeleri ve ekonomik büyüme üzerindeki potansiyel etkiler ışığında uygulanabilir ve ölçülebilir bir çerçevede geliştirilebilirdi.

Sonuç: Analiz Değil, Taklit Üretiyoruz

Türkiye’deki araştırma merkezleri büyük potansiyele sahip. Ancak bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için ciddi bir değişim şart: Veriye dayalı çalışma, açık metodoloji, özgün öneriler ve eleştiriye açık bir akademik zemin. Aksi halde yayımlanan her rapor, entelektüel bir simülasyondan ibaret kalacak.

 

10 Haziran 2025 Salı

Enflasyonda En Kötüsü Geride mi Kaldı?

 

Geçtiğimiz hafta açıklanan mayıs ayı enflasyonu beklentilerin çok altında kaldı ve olumlu bir sürpriz yaptı. Bu oran sonrasında birçok ekonomist ve analist enflasyonda en kötüsünün geride kaldığını ve enflasyonun kademeli biçimde gerileyerek TCMB’nin yıl sonu hedefi olan %24’e gerileyebileceğini belirtti.

Ancak mevsimsellikten arındırılmış enflasyonun %2, çekirdek enflasyonun %2,43 olması önemli bir soru işareti. Verilerin alt kırılımına bakıldığında mayıs ayında gıda enflasyonunun %0,71 gerilediği ve bu durumunda enflasyonu önemli ölçüde aşağı çektiği anlaşılıyor. Giyim ve ayakkabı grubu, konut ve ulaştırma grubu enflasyonu yukarı çeken etkiler.


Yukarıdaki 6’lı grafik setinde genel TÜFE ve enflasyona en çok etki eden 5 ana harcama grubunun grafikleri gösteriliyor. IQR grafikleri 2010 yılı sonrası aylık verilerden oluşuyor. Grafiklerden görüldüğü üzere enflasyonun ivmesi aşağı yönlü.

Enflasyonda 4 değişken esas belirleyici olmaya devam edecek. Bunlar kur, enerji fiyatları, gıda fiyatları ve iç talep. Ancak eğitim ücretleri gibi dönemsel değişkenler, hizmet fiyatlarına yapılacak zamlar ve haberleşme kategorisine yılın ikinci yarısı için gelecek zamlarda kısmi etki oluşturacak.

TCMB yıl sonu hedefine ulaşmak için kalan aylar için ortalama %1,07 enflasyon açıklanması gerekiyor. Açıkçası aylık ortalama enflasyonun bu seviyelere gerileyeceğini düşünmüyoruz. TCMB açıkladığı enflasyonun ana eğilim göstergelerinin ortalaması da aylık %2 bandında. Enflasyon bu sınırın altına gerilese de yıl sonu enflasyonunun %30 bandında olması hala çok güçlü olasılık.

Bu koşullar altında henüz sevinmek için erken olduğunu, sıkı para politikasının güçlü biçimde sürmesi gerektiğini, ancak enflasyon ve politika faizi arasındaki makasın açılması nedeniyle kısmi bir gevşeme yaşanabileceğini düşünüyoruz.

1 Haziran 2025 Pazar

Anlatılar ve Sayılar, Süreçler ve Sonuçlar, Ölçme Yöntemleri: Büyüme Verisi Üzerine Bir Beyin Fırtınası

 

Anlatılar ve Sayılar

Geçtiğimiz Cuma günü Türkiye’nin 2025 yılı ilk çeyrek büyüme verisi açıklandı: Çeyreklik bazda %1, yıllık bazda %2. Rakam net, ama yorumlar çok çeşitli. Sosyal medyada ve ekonomi çevrelerinde patlayan analizleri izliyorum. Aynı veri, farklı yorumlar; aynı sayı, bambaşka anlatılar...

Aklıma Aswath Damodaran’ın Anlatılar ve Sayılar adlı kitabı geliyor. Damodaran’a göre sadece sayılar değil, bu sayıların nasıl hikayeleştirildiği de en az onlar kadar önemlidir.

Mesela Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz'a göre Türkiye ekonomisi 17 çeyrektir kesintisiz büyüyor; bu bir başarı. Başka birçok ekonomiste göre ise ekonomi potansiyelinin altında bir performans sergiliyor, sanayi ve tarımda ciddi bir duraklama ya da gerileme var. Aynı durum ihracat verileri için de geçerli: Yıllıklandırılmış ihracat üç yıldır yatay seyrediyor. Kimilerine göre bu ciddi yapısal sorunların habercisi, kimilerine göre ise büyük bir dış ticaret başarısı.

Veriler değişmiyor, ama anlatılar değişiyor. Özellikle siyasi bakış açısı devreye girdiğinde bu farklılıklar daha da derinleşiyor.

Süreçler ve Sonuçlar

"Gibi" dizisinin bir sahnesinde Yılmaz karakteri, İlkan'a şöyle sesleniyor:

“Olaylar yaşanırken hiç gıkın çıkmıyor. Süreçte yoksun, sonuçlar üzerine konuşuyorsun. Sonuçlar üzerine herkes konuşur; sürece gel...”

Bu replik aslında birçok ekonomist için de geçerli bir eleştiri. Ne yazık ki ülkemizde ekonomi üzerine konuşan birçok kişi yalnızca sonuçlara odaklanıyor. Süreçleri analiz eden, neden-sonuç ilişkisini kuran, politika önerileri geliştiren, yapısal meseleleri dert edinen kişi sayısı çok az. Öne çıkanlar genellikle sosyal medyada ilgi çekmeyi amaçlayan, yüzeysel içeriklerle dikkat çeken "pop-ekonomistler".

Sanayi neden zayıf? Neden teknoloji üretemiyoruz? Yüksek katma değerli üretim neden gelişmiyor? Bu gibi süreçleri analiz eden pek çok nitelikli çalışma, ya görmezden geliniyor ya da görünürlük kazanamıyor.

Örneğin yıllardır tekrarlanan bir cümle var: "Yapısal reformlara ihtiyaç var." Peki nedir bu yapısal reformlar? Hukukun üstünlüğü, demokrasi, eğitim reformu gibi başlıklar elbette önemli; fakat bu başlıkları somutlaştıran, uygulanabilir politika seti öneren çalışma sayısı kaç?

Ölçme Yöntemleri ve Ekonomik Göstergeler

Eğitim alanında sıkça tartışılan bir konu vardır: "Ölçme araçları amaç haline geldiğinde sistemde neyin ölçüldüğü belirsizleşir." Sınavlar, projeler, ödevler öğrencinin bilgi düzeyini ölçmek için vardır; ama not, zamanla amaç haline gelir. Bugün birçok okulun tek hedefi YKS başarısı oldu. Bu durum eğitimde olduğu kadar ekonomide de geçerli.

Ekonomi %2 büyüdü. Ama hangi alanlar katkı verdi? Sanayi küçüldü mü, tarım geriledi mi? Ya da enflasyon %40 deniyor. Ancak alt kalemlerde temel ihtiyaç fiyatları yükselirken otomobil fiyatları gerilemiş olabilir. Kişi başına gelir 12 bin dolar diyoruz. 4 kişilik aileye 48 bin dolar düşüyor teorik olarak. Ama hayatında bu kadar parayı bir arada görmemiş milyonlar var.

Rakamlar, ölçüm araçlarıdır. Fakat biz ölçüm aracını amaç haline getiriyoruz.

Veri Frekansı ve Anlamlandırma Sorunu

Bir diğer önemli konu ise veri frekansı. Yani verinin ne sıklıkla açıklandığı. TCMB’nin bilanço verileri günlük, hisse senedi fiyatları anlıktır. Ama büyüme verileri üç ayda bir ve genellikle iki ay gecikmeli açıklanır. Üretim ve ciro endeksleri de benzer şekilde aylık ve gecikmelidir.

Şirketler için ihtiyaç duyulan veri frekansı çok daha yüksektir; hızlı kararlar, hızlı analiz gerektirir. Buna karşılık ekonomi politikaları daha düşük frekanslı, daha bütüncül verilere dayanır. Bu uyumsuzluk nasıl giderilir?

Cevabı süreçlerde aramalıyız. Sadece sonuçlara değil, nedenlere, dinamiklere odaklanmalıyız. Sahadan veri toplamalı, öncü göstergeleri etkin kullanmalı, düşük frekanslı verilerin geleceğini öngörebilecek modeller geliştirmeliyiz. Ve nihayetinde bu verileri anlamlandırabilecek, doğru anlatılar kurabilecek uzmanlara ihtiyacımız var.

Sonuç: Yeni Bir Ekonomik Anlatı Gerekli

Türkiye’de ekonomik analizlerin büyük bölümü ya uygulanabilirlikten uzak ya da pratik fayda sağlamayan teorik üretimlere dayanıyor. Gerçeklikten kopuk tezler, sahaya inemeyen akademik yaklaşımlar, pratikte karşılığı olmayan öneriler...

Sahaya indiğinizde reel sektörün çoğu zaman ekonomistleri “genel geçer, işe yaramaz söylemler üreten kişiler” olarak gördüğüne şahit oluyorsunuz. Bu algının değişmesi için, verilerle oynanmadan ama veriler arasında boğulmadan, süreçleri esas alan, uygulanabilir ve anlamlı projeksiyonlar sunan bir ekonomik yazına ihtiyaç var.