8 Mart 2024 Cuma

Milletimizi Enflasyon Canavarına Ezdirmedik (Mi?)

 

Türkiye 90’lı yıllar boyunca yüksek enflasyonla yaşamış ve bu yüksek enflasyonun olumsuz sonuçlarını her alanda hissetmiş bir ülkeydi. 2001 krizi sonrasında uygulanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı 2002 yılında iktidara gelen Ak Parti tarafından sahiplenildi ve uzun süre kararlılıkla uygulandı. Bu program farklı alanlarda çeşitli makro ekonomik sorunlar doğursa da enflasyonu düşürmede gerçekten başarılı olmuş ve Türkiye enflasyonu 34 yılın ardından 2004 yılında tek haneye düşürmeyi başarmıştı. Bu yıllarda ortaya çıkan ve hükümetin motto haline getirdiği “milletimizi enflasyona ezdirmedik” cümlesi bir gerçekliğin ifadesiydi.

Ancak 2019 yılında hükümet ekonomi bilim tarihinin en pahalı deneyi olan “faiz sebep enflasyon neticedir” teorisini uygulamaya koydu. 2019 yerel seçimleri öncesi TCMB politika faizi hızla düşürüldü ve piyasalara düşük faizli kredi pompalandı. Düşen faiz nedeniyle mal ve döviz talebinde patlama yaşandı. Serbest piyasada kuru sıçratacak olan döviz talebi TCMB rezervlerinden 130 milyar dolar satılmasıyla karşılandı ve kurun artmaması sağlandı. Ancak rezervler tükenip talep karşılanamaz hale gelince döviz kuru sıçradı. Döviz kurundaki sıçrama tüm ithal malların fiyatını ve sanayi ve tarım üretiminde kullanılan girdi fiyatlarının astronomik artmasına neden oldu. Nihai olarak talepteki ve kurdaki her artış enflasyonda daha yüksek seviyeleri görmemize ve yeniden yüksek enflasyon döneminin başlamasına neden oldu.

Enflasyonist ortama rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti hükümeti bir zamanlar gerçeklik barındıran “milletimizi enflasyona ezdirmedik” söylemini kullanmaya devam ediyor. Bu konudaki temel gerekçe de enflasyon yüksek olsa da işçi ve memur maaşlarının enflasyonun üzerinde artırıldığı iddiası. Peki bu iddia gerçek mi? TÜİK verilerine göre gerçek. Aşağıdaki tabloda verildiği gibi, 2021 ocak ayındaki 100 TL 2023 sonundaki TÜİK’e göre 362 TL, İTO’ya göre 448 TL ENAG’a göre 972 TL ile eşdeğer. Bu durumda TÜİK’e göre hem memurlar hem işçiler enflasyona ezilmek şöyle dursun refah artışı yaşamışlar. Ancak İTO ve ENAG verilerine göre hem işçi hem memur maaşları enflasyon karşısında erimiş durumda. Hatta ENAG’ın ölçtüğü enflasyon verisine göre yaşanan refah kaybı inanılmaz.

2021 -  2023  3 Yıllık Değişim 

TÜİK’e Göre Enflasyon

362

İTO’ya Göre Enflasyon

448

ENAG’a Göre Enflasyon

972

Memur Maaş Artışı

386

Asgari Ücret Artışı

403

Not: 2021 ocak ayı tüm değerler için 100 olarak alınmış en son 2023 aralık değerleri hesaplanmıştır.

Yukarıda verilen sayıları anlamlandırmak kısmen zor olabilir. Bu nedenle aşağıdaki iki grafikle bu tabloyu netleştirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Aşağıda 1. grafikte yalnızca TÜİK ve İTO tarafından hesaplanan enflasyon gösterilirken 2. grafikte ENAG tarafından hesaplanan enflasyon verileri de grafiğe eklenmiştir. Her iki grafikte de memur maaşları temel alınmıştır.


    Kaynak: TÜİK, İTO, ENAG

Soldaki grafiği dikkatle incelediğimizde TÜİK’e göre (açık mavi çizgi), memur maaşları dönem dönem enflasyon karşısında erise de ocak ve temmuz aylarında yapılan zamlarla refahın arttığını görüyoruz. Ancak İTO’ya göre (sarı çizgi) memur maaşlarının çoğunlukla enflasyona karşı eridiğini ve 3 yıllık dönem içinde 2021 ocak ayındaki alım gücünün yalnızca birkaç ay korunabildiğini görüyoruz. İTO enflasyon verilerine göre her ne kadar ücretlerde erime olsa da bu erimenin telafi edilebilir boyutta olduğunu gözlemliyoruz.

Memur maaşlarını ENAG tarafından hesaplanan enflasyon verileriyle analiz ettiğimizde karşılaştığımız tablo gerçekten ürkütücü. Sağdaki grafik incelendiğinde ücretlerin enflasyon karşısında ezildiğini ve 2023 sonu itibarıyla, 2021 ocak ayındaki alım gücüne erişmek için maaşlara %250 oranında zam yapılması gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. (Asgari ücret için yapılacak analiz memur maaşıyla aynı olduğu için farklı bir grafikte gösterme ya da açıklama gereği duymadım.)

Son olarak aşağıda Erinç Yeldan hocanın hazırlamış olduğu emeğin ve sermayenin milli gelirden aldığı paydaki çeyreklik (3 aylık) değişimi veren grafiği görüyorsunuz. Kırmızı yani şeklin üst kısmında her çeyrek payını artıran sermayeyi, alt kısımda ise her çeyrekte milli gelirden aldığı pay düşen emeği görüyorsunuz. Erinç Yeldan hocanın “timsah ağzı” diye tanımladığı bu durum ücretlinin payının sermaye tarafından yutulduğunu ifade ediyor.


Kaynak: Erinç Yeldan hocanın X hesabından alınmıştır

Sonuç olarak halkın hissettiği fiili durum ve ücretlinin milli gelirden aldığı payın sürekli azalması en doğru enflasyon verisinin ENAG tarafından açıklanan veri olduğunu gösteriyor sanki. İktidar tarafından uzun yıllardır söylenen “milletimizi enflasyona ezdirmedik” mottosunun faiz sebep enflasyon neticedir teorisinin uygulamaya koyulduğu dönemden itibaren gerçekçi olmadığını ücretli kesimin enflasyon karşısında inanılmaz fakirleştiğini söyleyebiliriz.

  


12 Aralık 2022 Pazartesi

Üniversiteli Gençlik Krizi

Ülkenin içinde bulunduğu yoğun bunalım ve bohem, üzücü şekilde gençlerin sorunlarının görmezden gelinmesine neden oluyor. Güçlü bir geleceğin inşası için üzerine titrenmesi gerekirken gençler şamar oğlanı misali sürekli suçlanarak, azarlanarak ve kategorize edilerek toplumdan soyutlanıyor.  

Normal koşullarda, 18-25 yaş arasındaki gençlerimizin ya üniversitede olması ya da çalışması gerek. Fakat TÜİK istatistiklerine göre 18-25 yaş arası gençlerin %27'si ne işte ne okulda. Nasıl yani ne yapıyorlar peki?  En iyi ihtimalle hiçbir şey!! Her evde en iyi ihtimalle hiçbir şey yapmayan bir genç yok mu şu anda? Bu kişilerin neler yaptıkları, nasıl bir bunalım geçirdikleri, madde bağımlılığına olan yatkınlıkları vs. çok kapsamlı bir çalışma konusudur gerçekten. Ancak yazının odak noktası gereği bu kısmın pas geçilmesi gerekiyor.

Bir işte ya da okulda olan gençler, yani 18-25 yaş arası gençlerin 2/3’ü neler yapıyor? Üniversiteli ya da yeni mezun gençlerin durumu nedir peki? Eğer ufacık bir kulak verme fırsatı bulursanız; çığlıkları, haykırışları ve hayal kırıklıklarını ürpererek duyabilirsiniz. Ve tüm bunların önce umutsuzluğa, sonra da depresyona dönüşmesini, çok az bir dikkatle bile, görebilirsiniz. Biz üniversiteli gençlere kulak verelim.

Lise son sınıfa geçmiş bir çocuğu ele alalım. Aileler çocukları potansiyelini değerlendirsin ve iyi bir üniversiteye gitsin diye dershaneye gönderiyor genelde. Peki bir dershanenin yıllık ücreti ne kadar? 15 ila 40 bin arasında değişiyor. Evet evet yanlış duymadınız. Diyelim ki genç vasat bir dershaneye gitti ve 20 bin lira ödendi. Ot gibi yaşayıp sadece dershaneye gidip gelse ve yemek yese yıllık 10 bin lira da ek masrafı olur. Bu kaba hesabı şu yüzden yapıyorum. Hali hazırda zar zor geçinen, fahiş kiraları ödemekte zorlanan, evine yeterli gıdayı bulamayan aileler için, bir gence bir yılda fazladan 30 bin lira para harcamak inanılmaz bir fedakarlık. Çünkü bir asgari ücretlinin yaklaşık 5,5 maaşı ediyor. Neredeyse yılın yarısı….

Bu ağır ekonomik yük hem ailede hem öğrencide inanılmaz bir psikolojik baskı oluşturuyor. Gençler genelde ilk buldukları üniversite bölümüne kapağı atıp kurtulmayı tasarlıyorlar. Bir kısmı üniversitelere, bir kısmı bazı bölümleri iyi olan üniversitemsilere kalan kısmı ise lise düzeyinde dahi eğitim sunmayan berbat dört duvarlara kaydoluyor. Meslek yüksekokulları ve açık öğretimleri saymıyorum bile.

Xxx üniversitesi xxx bölümüne yerleştiniz ibaresini gördükten hemen sonra derin bir düşünce başlıyor. Acaba nerede kalacak bu çocuk? Bu ülkede KYK yurtları çoğunlukla ya torpili olanlara ya belli gruplara çıkar ya da yurt kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdedir ve okula çok uzaktır. Bunlardan biri size uymuyorsa ve yurt çıkmışsa bravo bu ne talih... Özel yurtlar için 50 bin lira neredeyse taban fiyat olarak telaffuz ediliyor. Ev kiraları ise akıl almaz boyutta. Ahır denecek yerlere istenen kiraları görseniz küçük dilinizi yutarsınız. Elektrik, su, internet ve doğalgaz da cabası. Denemesi bedava, açın sahibinden.com'u kiralık ilanlara bir bakın.

Hasbelkader bir çatı bulup başınızı soktunuz diyelim. Geriye kalan sorunlar saymakla bitmiyor ki... Mesela, her yerde bu çocuklar Z kuşağı internet canavarı falan diyoruz ya şu an 10 gb interneti olan cep telefonu paket ücreti ne kadar haberiniz var mı? Bu çocuklar eğitim görecek ya hani, peki ortalama ders kitabı ne kadar bilen var mı? İngilizce ya da başka dilde kitapları söylemiyorum bile. Millet eciş bücüş korsan kitaplardan, fotokopilerden çalışmaktan neredeyse kör olacak. İyi de canım artık dijital çağ var ne kâğıdı dediğinizi duyar gibiyim. Peki bugün ortalama bir tablet, telefon ya da bilgisayar ne kadar haberiniz var mı? Hepsiburada.com’a bir bakın isterseniz.

Bugün birçok üniversite de sadece öğle yemeği çıkıyor, onu da sadece 1 kez indirimli yiyebiliyorsunuz. Yani aynı öğünde 2. kez indirimli yemek alamazsınız. Bugün okullarda sandviç ya da tost ortalama 20 liraya, bir paket bisküvi 10 liraya satılıyor. Yani bu çocuklar karnını bile doğru düzgün doyuramıyor. Bugün simit 5 lira, 1 bardak çay en uygun yerde 5 lira...Kıyafet, sosyal hayat falan bunlar zaten lüks oldu artık. Mesela bugün bir üniversiteli nasıl spor ayakkabı alsın ya da bir kot pantolon? Her ikisinin de en ucuzu 300 liradan başlıyor. Gençler nerede nasıl sportif faaliyet yapsın ki? Mesela halı saha kişi başı 60 lira. Basit bir tiyatro ya da sinema bilet fiyatından haberiniz var mı? 

Peki hocam bu çocuklar nasıl işin içinden çıkıyor o zaman? İlk olarak basit düzey ihtiyaçları dışındaki hemen hiçbir şeyi yapamıyorlar. Tıpkı bazı amca ve teyzelerin istediği gibi. Onlar yapamamış ya hani, eskiden yokmuş…

İkinci olarak burs bulmaya çalışıyorlar. Yukarıda anlattığım KYK yurdu hikayesi gibi KYK bursları da (çoğunlukla) belli torpiliniz varsa ya da belli gruba mensupsanız çıkıyor. Şayet sizde bu ikisi de yoksa ve burs çıkmışsa bravo tekrar, müthiş şanslısınız... Neredeyse tüm torpilsiz gençler kredi alıyor, yani aldıklarını geri ödeyecekler. Bu miktar şu anda 850 TL (ocak itibarıyla 1250), neye ne kadar yeter bir düşünün isterseniz. Ülkemizde burs veren vakıf ve derneklerin sayısı o kadar az ki, çok az öğrenciye ulaşıyor bu burslar. Kısacası burs da aslanın ağzında..

Son olarak şayet öğrencinin ailesi tüm masrafları karşılayacak şekilde maddi gücü yoksa geriye iki seçenek kalıyor.   

a- Okulu bırakmak      

b- Çalışmak

Okulu bırakan gençler ne işte ne okulda olmayan %27’ye dahil olmayacak şekilde, en iyi ihtimalle hiçbir şey yapmıyor. Çok daha kötü senaryolar da var.

Okulu bırakmayıp çalışmayı seçen gençlerin durumu ise kahredici gerçekten. Ücret alırken yarı zamanlı ancak çalışma saatlerinde tam zamanlı hatta mesaili çalışan gençlerin aldıkları ücretler inanılmaz komik. Günlük ortalama 150 liraya çalışıyorlar. Hem de köle gibi. Giriş çıkış saatleri belirsiz, keyfi muamele had safhada, üstelik herhangi bir güvence de söz konusu değil.  Bir öğrenci haftada 7 gün çalışsa ve KYK kredisi alsa ancak yurt parasını ya da kirasını ödeyip okula devam edecek duruma gelebilir. Peki bu durumda bu genç nasıl öğrenecek? Nasıl araştırma yapacak? Nasıl eğlenecek?

Bırakın eğlenmeyi çocuklar bugün ailelerinin yanına gidecek otobüs bileti alamıyorlar. Ülkenin en çok otobüs seferi olan hattı Ankara-İstanbul arasında otobüs bileti ortalama 300 lira. Şayet uzak bir şehre gidecekseniz geçmiş olsun.

Diyelim ki bir mucize oldu, yukarıdaki iç karartan tablo bir anda pembeleşti ve bütün sorunlar bir sihirli dokunuşla çözüldü.. Gençler rahatlıkla üniversite okuyabiliyor diyelim...

Bir şekilde üniversite okuyabilen gencin eğitim durumu ne peki? Bu durumda da hayaller ve hayatlar taban tabana zıt maalesef…

Öncelikle dört duvarı bir araya getirip üniversite tabelası asınca o beton yığını üniversite olmuyor.

Ülkemizde yükseköğretim kurumları 3 gruba ayrılıyor.    

a- Üniversiteler      

b- Bazı bölümleri kaliteli olan üniversitemsiler  

c- Diplomaları belediye meslek edindirme kursundan daha değersiz beton yığınları

Zorlarsak a grubundaki devlet üniversitesi sayısını 10’a çıkarabiliriz. B grubuna koyabileceğimiz devlet üniversitesi sayısı ise yine zorlasak 20’yi bulabilir. Geriye 100 civarı kurum kalıyor maalesef. (Özel üniversiteler için söyleyebileceğim tek şey, yine iyi niyetle sayarsak 15 tanesinin a ve b grubuna girebileceğidir.) Peki neden böyle söylüyorum?

Çoğu üniversitede okuma salonu ve kütüphane bile yok ki laboratuvar hak getire. Olanlarda mahalle kütüphanesi ve lise laboratuvarı seviyesinde. Yerleşkelerde hiçbir sosyal alan yok. Kel kör kantinler ve en fazla bir kafe, hepsi bu kadar. Okullardaki tek eğlence yeri varsa langırt ya da masa tenisi bölümü. Ne bir şenlik var ne eğlence. Ne konser düzenliyor okullar ne söyleşi ne de imza günü. Yurtiçi gezi bile düzenlenmiyor okullarda. Var olan kulüplerin içi boş. Etkinlikler sadece resim çekip internet sitesinde ya da instagramda “xxx etkinliğimizden kareler” demek için yapılan içi boş gösterilerden oluşuyor. Ne spor turnuvası düzenleniyor ne de bir yarışma. Kariyer yönlendirmesi bile yok okullarda.  Peki ya verilen eğitimin içeriği ne durumda?

Belediye eğitimleri sertifikası gibi dağıtılan diplomalara maalesef doktora diplomaları ile doçent ve prof unvanları da eklendi. Akademik yeterlik seviyesi çok kötü durumda. O kadar ki birçok akademisyen, kaliteli bir lise öğretmeninden daha kapasitesiz. Akademik kalitesi iyi olan birçok akademisyenin ise gençlere bir şey öğretmek gibi bir düşüncesi yok. Bu iki grup akademisyen sınavda soracağı şeyleri anlatır, evrakları tamamlar … Tüm hazırlık sadece ve sadece sınava yöneliktir. Dersler eksik yapılır, ciddiyetten uzaktır. Öğrencilerin tüm amacı sınavı geçmek olduğu için bu durumdan çok memnundur. Ülke için tam bir kaybet kaybet senaryosu.. Hem akademik yeterliliği olup hem öğretme çabasında olanlara selam olsun.  Daha detay inceleme için buraya bakabilirsiniz.

Bir öğrencinin ortalama 25 saat ders olur fakat toplasan 15 saat ders almıyordur doğrusu. Öğrenciyi motive eden, yönlendiren ve geleceğe hazırlayan tek bir mekanizma yok sistemde. Müfredatlar berbat. Çağı yakalayan ya da mezuniyetten sonra iş hayatında uygulanabilecek eğitim veren kurum sayısı parmakla sayılır emin olun.

Tüm bunların yanında gençler korkunç düzeyde toplumsal baskı ve tazyike maruz kalabiliyor. Ülkemizin büyükleri bu gençleri hiçbir şey beğenmemekle, ahlaksızlıkla, saygısızlıkla, terbiyesizlikle hatta kıymet bilmemezlikle suçluyor. Belli bir kesim, gençlerin içinde bulunduğu duruma duyarlı olsa da büyük çoğunluk bu çocukların çığlıklarına kulaklarını tıkamış ve ülkedeki herkesin kendi konforuna sahip olduğunu düşünüyor.

Bazı amcalar ve teyzeler; aç gözlülükle, bencillikle ya da saygısızlıkla suçladıkları gençlerden kendi modası geçmiş bencil düşüncelerine saygı bekliyor, anlayış bekliyor hatta bu görüşlerin sahiplenilmesi için baskı yapıyor. Tüm bu sürecin sonucunda, üniversite gençliğinin büyük bölümü ile üst jenerasyon arasında korkunç bir EPİSTEMOLOJİK KOPUŞ yaşanmış durumda.

Üniversiteleri ve üniversitemsilerin kaliteli bölümlerini dışarda bırakarak; milyonlarca genç kapris çekip emek verip hiçbir geçerliği olmayan şeyler öğrenmeye çalışıyorlar.

Sonuç elbetteki kocaman bir hüsran.. Hayal kırıklığı, umutsuzluk ve depresyon..

Bir şekilde üniversiteyi bitirmiş gencimiz büyük umutlarla iş aramaya başlıyor. Önünde 3 seçenek var. Ya kamuda çalışmak ya özelde çalışmak ya da kendi işini kurmak. Günümüz koşullarında eğer torpiliniz yoksa ilk seçenek maalesef pek mümkün olmuyor. Şayet torpiliniz yok ve son dönemde kamuya girmişseniz, inanılmaz!! Hemen yılbaşı piyango bileti alın, emin olun bu şansla tutmaması mümkün değil.. Mevcut koşullarda iş kurmak ise kolay kolay alınamayacak bir risk gibi görünüyor.

Gençlerin özel sektörde karşılaştığı tavır ise büyük hayal kırıklığı… Kimi tecrübesizleri almıyor, kimi erkekleri almıyor, kimi sigorta yapmadan 1 yıl deneme süresine tabi tutuyor, kimi asgari ücretin altında maaş veriyor…. Bazı şanslı! gençler asgari ücretin 1000-2000 üzerinde maaş alıp köle gibi haftada 72 saatten fazla çalışıyor. Cehennemin dibindeki fabrikaya günde 3 saat yol gidip kuş kadar maaşa çalışan var. Ancak ne olursa olsun günün sonunda; beceriksiz olan ve iş beğenmeyen bu gençler oluyor yine.

Bakın şu cümleler ne kadar tanıdık “adama asgari ücret verdim beğenmedi”, “güya üniversite mezunu benim bildiğimin yarısını bilmiyor”, “gençler masa başı iş bekliyor”, “adamı mühendis diye aldık bir halt bildiği yok”, “ ben ilkokul mezunuyum sen üniversite mezunu ama bak ben sana iş veriyorum”, “ sanki çok kabiliyetli gibi bir de 7 bin maaş istedi”, “cumartesi çalışıyoruz deyince yüzü düştü”, “iş beğenmiyorlar”. Bu konu hakkında bir güldür güldür skeci öneriyorum linki burada. (https://www.youtube.com/watch?v=of3BLTp6oH0)

Bugüne kadar dershaneye, okula, yurda on binlerce lira para dökmüşsün. KYK kredisi kullanıp borçlanmışsın, üstüne o kadar emek ve zaman harcamışsın. Tüm bu eza cefa hatta borç önemli değil hocam. Önemli olan karın tokluğuna saatlerce ve şikâyet etmeden ve hatta minnet ederek çalışman. Yapmadığın anda iş beğenmezsin. Tabi ki tüm bu anlatılan mesleğine göre iş bulunması durumundaki senaryo. Bir de şu boyut var; mesela mühendis olmuşun ama kaportacıda iş buluyorlar sana, ya ama bir dakika dersen iş beğenmez oluyorsun. Ya da işletme okumuşsun bir firmada muhasebe+ sekreterlik + çay ocağı+ getir götür mal yükle işleri+ tahsilat ve ödemeye bakman isteniyor tabi ki asgari ücrete.. Ya ama.. dediğin anda iş beğenmez, nankör ve hainsin.

İşte tüm bunları gören üniversiteli benim ne işim var burada yaa!!! Konumuna düşüp yurt dışı hayalleri kurmaya başlıyor. Tabi bu sadece bir hayal. Doğru düzgün dil bilmeyen, bir becerisi ve mesleği olmayan Türk gencini eli gavuru ne yapsın ki. Ancak dil bilen (ya da öğrenen) meslek sahibi doktorlar, mühendisler, bilişimciler, işletmeciler soluğu yurt dışında alıyor. Kalanların büyük bölümü ise gidemeyenler maalesef. İşte bu üniversite sistemi, kalan tüm gençleri vasat ve çaresiz şekilde, asgari ücrete çalışıp minnet etmeye zorluyor, tabi iş bulabilirse..

50 yaş üstü amcalar ve teyzelerin birçoğu emekli olmuş ve bir ev sahibi olmuş konumda. Hatta belki arabaları dahi vardır. Zamane gençliğinin! bırak ev, araba sahibi olmayı yuva kurmak için dahi yeterli parayı kazanamadıklarını görmemeleri üzücü maalesef. Maaşlı çalışan birinin bugün herhangi bir büyük şehirde kendi çabası ile ev alma ihtimali var mı? Ya da orta halli bir araba?

Bugün gençlere lazım olan tek şey onların sorunlarını anlayan bir ebeveyn nesli ve yukarıdaki sorunlara çözüm üreten siyaset mekanizmasıdır.

Gençlerin yaşadığı bu kriz, siyasi ya da ekonomik bütün krizlerden daha mühim. Tüm krizler bir şekilde çözülür elbet ancak gençlerin eğitimi, kaliteli yetiştirilmesi, beden akıl ve ruh sağlığı ihmal edilemeyecek derecede önemli bir sorun. Bu çocuklar ülkenin geleceği ise, bugünün basit siyasi taktikleri uğruna ülke geleceğini heba etmemek gerek..

Not: Yükseköğretime dair sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin önerilerim için buraya bakabilirsiniz…

22 Aralık 2021 Çarşamba

Neler oluyor yahu? Ortalık toz duman. Kısa kısa olanlar ve olabilecekler.

Bugün 22 aralık 2021 ve çok önemli üç günü geride bırkatık. Son yazımdan sonra bir süre ara vermek istemiştim ki bu gündemi tarihe not düşmemek olmazdı.

20 aralık günü akşam saatinde (piyasalar kapalıyken) Cumhurbaşkanı Türk Lirasını özendirme paketini açıkladı(Kamu bankalarınında tazyikiyle kur dip seviyeye indi). Pakette asıl önemli 2 madde var.  Nedir bu maddeler?

Döviz bozup TL mevduat hesabı açan ya da döviz bozmadan TL mevduat hesabı açanlara, faiz geliri kur getirisinden aşağıda kalırsa aradaki farkı Merkez Bankası ya da Hazine ödeyecek.

İhracat ve ithalatçılar mevcut kur üzerine ödeyecekleri belli faiz ile ileri vadeli döviz alabilecekler.

Öncelikle şunu belirtmek gerek, demek ki kur ister 30 ister 40 lira olsun bizi etkilemez değilmiş, etkiliyormuş. Dolar kaç olursa olsun banane diyen insanımız kur düşünce davulla zurnayla kutlama yaptı. TL varlıkların getirisinin artacağını söylemek bile kuru düşürücü etki yaratabiliyormuş yani kuru yükselten dış mihraklar değilmiş. Kur düşünce otomobil fiyatları, akaryakıt, yem fiyatlarında bir miktar düşüş oldu düşüş sabit kalırsa devamı da gelecektir. Demek ki fiyatları artıran aç gözlü stokçular şerefsiz insanlar değil kurun kendisiymiş.

Model tanıtıldı, adını da Türkiye Ekonomi Modeli koyduk. Yeni ekonomik program, yeni model ve milli model üçlemesi tarih olunca başka bir isim bulmak gerekti.

Önce kısa bir hafıza tazelemesi yapalım sonra konuyu ele alırız. Bir sürü siyasi çalkantı yaşasa da Türk ekonomisi mart 2018’e kadar kur, faiz ve enflasyon yönünden bir denge halindeydi. Bu tarihte ABD’li rahip Brunson müebbet hapis cezası aldı. Bu durumu iç siyaset malzemesi haline getiren Amerika başkanı Trump rahibi almak için baskı yapmaya başladı. Birçok siyasi tartışmadan sonra Erdoğan “bu fani bu görevde olduğu müddetçe rahibi alamayacaksınız” dedi (video için buraya bakabilirsiniz). Bu restleşme sonucunda kur inanılmaz bir yükselme yaşadı. 3-4 lira arasında gidip gelen kur 7 lirayı gördü. 

Sonrasında tabi rahibi gönderdik. Karşılığında hiçbir şey almadan.  Ülke risk primimiz çok yükseldi reel faizler yükseldi. Olması gereken, Merkez Bankasının faiz artışı ile, risk priminin düşürmek, yabancı para girişi sağlamak ve kuru sakinleştirmekti.

Bu dönemde yerel seçimlere bir yıldan az süre kaldığı ve faiz artışı istenmediği için dönemin Maliye Bakanı Yeni Ekonomi Programını tanıttı. Detayları uzun olmakla birlikte kısaca; faiz artmayacak, kur düşecek, risk primi düşecek, istihdam üretim artacak vs vs vs. Ekonomiden anlayanlar bunun olmayacağını söylemişti fakat garip bir şekilde faiz artmadı, kur düştü. Sonradan anlaşıldığı üzere bu parlak! fikrin ardında Merkez Bankası rezervlerinin satılması varmış. Yaklaşık 130 milyar$ olan bu rezerv, piyasa mekanizması ile değil kamu bankaları aracılığıyla cayır cayır satılmış. Bir süre inkar edilse de sonunda herkes birer birer itiraf etti. Kimi paranın halkta olduğunu söyledi, kimi pandemide kullanıldığını. Rezerv bittiği zaman seçim geride kalmıştı. 130 milyar dolar nasıl büyük bir para biliyor musunuz? Hani önceki gün doları %40 düşüren döviz satışı var ya tam 7 lira düşüren, işte o düşüş için toplam 1,7 milyar dolar bozduruldu.  İşte o paranın tam 77 katı.

Rezerv bittikten sonra kuru tutmanın tek yolu faiz artışıydı. Tabi bunu yapmadık. Yeni ekonomi programından sonra daha yeni ekonomi programına geçtik. Adını da rekabetçi kur koyduk. Bu yolla ihracat artacak, ithalat azalacak yeni bir denge oluşacaktı. Berat Albayrak'ın meşhur “dolarla mı maaş alıyorsunuz ee o zaman size ne” cümlesi bu dönemdeki kur artışına rastlar. Kur artışı öyle bir baskı yarattı ki sadece faiz artışı yeterli olmayacak duruma gelindi. Çünkü mevcut bakan ve Merkez Bankası başkanının kredibilitesi bitmişti.

Maliye Bakanı istifa etti. Merkez Bankası başkanı görevden alındı. Yerlerine Lütfi Elvan ve Naci Ağbal atandı. Ekonominin içinden birilerinin atanması piyasaları memnun etmişti. Faiz artışı yapıldı, kur düştü, borçlanma faizi düştü. (Uzun uzun burada yazmayacağım yazının konusu değil fakat Merkez Faiz artırınca borçlanma faizi neden düşer, faiz düşürünce neden artıyor için buraya bakabilirsiniz.) Bu dönemde Cumhurbaşkanı, piyasadaki sıkıntıların farkındayız gerekirse acı ilacı içecek ve bu enflasyon belasından kurtulacağız dedi (videosu için buraya bakabilirsiniz). Faiz artışı acı ilaçtır gerçekten de. Faiz artışı, hızla yapısal reform yapıp işleri yola koymak için size zaman kazandırır, çözümün kendisi değildir.

Tabi hükümetin yapısal reformların zorunlu olduğu gibi bir düşüncesi yoktu ve bu durumu sürdürmedi. Önce Merkez Bankası Başkanı kovuldu, sonra Maliye Bakanı pasifize edildi ve “Milli Ekonomi Modeli” duyuruldu. Bu modelde faizler düşecek, TL değer kaybedecek, ihracat cazip olacak ithalat çok pahalanacak (tabi fiyatlar artacak) ve cari açık kapanacaktı. Bu amaçla art arda faiz indirimleri yapıldı. Kur patladı, ithalat çok pahalılaştı, ihracat kıpırdamaya başlamışken bir şey fark edildi. İhracat bir miktar artıyordu artmasına da ülkedeki birçok hammadde ve ara madde ithaldi hatta birçok tüketim maddesi ithaldi. Kurdaki bu patlama tüm malların fiyatlarını yükseltti ve enflasyon sıçradı. Bu süre zarfınca tüm eleştirilere kulak tıkandı, TL değer kazanmalı batıyoruz diyenler mandacı ilan edildi. Fiyat artışları stokçuların, kur patlaması dış mihrakların suçu sayıldı. Gerekirse soğan ekmek yiyecektik fakat TL’nin değerini düşürüp ihracatı artıracaktık. Ne olduysa bu karardan da 20 aralık tarihinde vazgeçildi.

Buraya kadar olan kısa özeti neden anlattım. Sürekli bir model deniyoruz başarısız oluyor. Model uygulanırken başarısız olacağını söyleyenler hain oluyor. Yeni model duyurulunca, bir önceki modelin yanlışlarının bir kısmı bir başka yanlışla düzelince büyük bir başarı yaygarası kopuyor.

Gelelim Türkiye Ekonomi Modeline. (Yeni Maliye Bakanı'nın modeli)

Burada çok temel 2 durum var Refet hocanın dediği üzere. İsteyen hocanın videosunu buradan izleyebilir. Nedir bu durum? 1. Dövizin artmadığı, TL’nin değer kazandığı, istikrar oluşan pembe tablo. 2. Kurun yükseldiği hazine ve TCMB’ye inanılmaz yük bindiği vatandaşın kursağından sökülüp alınan vergilerin zenginlere gittiği kara tablo.

Model özetle şu şekilde, dövizi olanlar ya da TL mevduat açmak isteyenler bankaya gidecek parasını faize yatıracak. Eğer elde ettikleri faiz döviz artışından az ise aradaki fark, döviz bozdurup katılanlar için Merkez Bankasından, direk TL ile katılanlar için Hazine’den ödenecek. Bankaların mevduata verebileceği faiz politika faizinden az olamayacak yani %14’ten. Örnek verelim. 100 liranızı altı aylığına bankaya yatırdınız. Bu sürede yıllık %14 faizin yarısını yani %7’sini alırsınız. Bu süreç içinde dolar %30 değer kazanırsa banka size 7 TL ödeyecek 23 lirası TCMB ya da hazine tarafından size ödenecek. Yani daha yüksek faiz geliri elde etmiş gibi olacaksınız. Döviz düşer ya da aynı kalırsa %7 faiz geliri elde edeceksiniz. Yeter ki dolar alma kur yükselmesin.

Nasıl ya bir dakika! Üretimi, yatırımı, iş büyütmeyi bir kenara bırak paranı bankaya yatır en az kur kadar kazanacaksın demek bu. Hani paradan para kazanma dönemi bitmişti? Hani faiz lobileri kan ağlayacaktı? Hani artık üretim yatırım istihdam dönemiydi?  Biz bu doları bilerek yükseltmedik mi? İhracat artacaktı ithalat düşecekti, cari açık kapanacaktı vs. Ne oldu da yeter ki döviz alma döviz düşsün, boşver yatırımı falan, paranı mevduata yatır keyfine bak durumuna geldik? Daha geçen hafta aç kalırız ama bu yoldan dönmeyiz demedik mi?

Peki getiri metiri tamam da bu olayın özü ne? Özü şu, TCMB faiz artırdığında söylediği şey şudur “TL cinsinden finansal araçların getirisi artacak”. Politika faizi 1 haftalık repo faizidir ancak iması budur. Biz bunu faiz artışı yoluyla değil de kur garantisi yoluyla söylemiş olduk. TL araçların getirisinin artacağı haberi kurdaki artışı durdurdu bir miktar da geriletti. Bu yıl için hala çok yüksek olsa da en azından bir miktar toparlanma oldu. Sene başında 7,5 olan dolar şu anda 12-13 arası dalgalı. Bir önceki model olan Milli Ekonomi Modeliyle 7,5 liradan 18 liraya çıkan dolar, Türkiye Ekonomi Modeli’yle 18’den 12-13 arasına inmiş oldu. Bu bir başarı mı? Başarı anlayışınıza bağlı fakat bence başlangıç için hiç de fena değil.

Şimdi modelin sorunlarına geçelim. Bir sıhhi tesisat düşünün. Bu tesisat tamamen sorunluysa ve bir yerlerden patlak vermişse, sizin de tamamını yenilemeye vaktiniz ve imkânınız yoksa, zaman kazanmak için tamirat yaparsınız. En güçlü tadilat en sorunlu parçaların değişmesidir. Bu durum tesisatın değişmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez, önemli bir zaman kazandırır ancak maliyeti vardır. Bu tadilattan sonra tüm tadilatlar, yama macun vs sorunludur. Bugün yaparsın yarın bozulur. Hatta başka şeylere de zarar verir, duvarı deler, sıvayı patlatır, sızıntı yapar, hatta sorun büyürse kolonlara-temele zarar verebilir.

Ekonomimizin sorunu aşikâr ve yapısal değişim şart. Fakat bunu yapacak imkânımız da zamanımız da yok. Bunun için sorunu zamana yaymak ve teker teker çözmek zorundayız. Bu zamanı kazanmanın en etkili yöntemi faiz artırmak yani bozuk parçayı değiştirmek. Bunun dışındaki tüm yöntemler sunidir ve daha büyük sorun açabilir. (önceki modellerde olduğu gibi)

Ülkedeki mevduatın yaklaşık %64’ü yabancı para cinsinden. Kalan kısım yani TL olan kısım 2 trilyon lira ediyor. Bu rakamın yarısının duyurulan modeldeki mevduata yatırıldığını düşünelim. 1 Trilyon liralık mevduatta kur farkı yukardaki örnekteki gibi 6 ayda %23 olursa 230 milyar TL hazineye yani halka yük demektir. Hadi iyimser tablo olsun %10 fark olsun, 100 milyar lira yapar. Bu nasıl bir para biliyor musunuz? Yıllardır asgari ücretten vergi alınmasın, işçinin memurun vergi yükü düşsün diye gösterilen çaba sonunda asgari ücret kadar ücretten vergi kalktı ya, işte onun bütçeye maliyeti 35 milyar lira. Yani asgari ücretliye verilen desteğin 3 katı yapar.

Bakın dostlar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin tek geliri vatandaştan aldığı vergidir. Ne petrolü var ne doğalgazı. Peki bir düşünelim bu ülkede kimler ne kadar vergi veriyor? Aşağıdaki grafiğe bir bakın. Vergi gelirinin %8’i kurumlar vergisinden geliyor bu ülkede. Yani patronlardan, zenginlerden, bankalardan. Geriye kalan kısmı biz marabalar ödüyoruz. 


Evet hocam doğru tahmin. Eğer kur yukarı giderse, biz marabalar bankada mevduatı olan bu zenginlerin zararını ödeyeceğiz. Hem de katmerli şekilde. Bir düşünün bakalım etrafınızda kaç kişinin mevduat faizi elde edecek çok parası var?

Peki vergilerimiz yetecek mi? Hazine bu parayı verebilecek mi, parası var mı? Zaten hep borçlanarak çeviriyor bütçeyi. Bu durumda daha çok borçlanacak. Hazinenin şu anda iki yıllık borçlanma faiz oranı %22-23 civarında. Paraya ihtiyacı arttıkça bu oranın yükseleceğini anlamak zor olmasa gerek. Parayı verecek bir diğer kurum da TCMB. Döviz alıp TL verecek, yani para basacak. Tabi ki bu enflasyonu artıracak.

Peki bankalar bu kadar mevduatı toplayıp ne yapacaklar? Kredi muslukları sonuna kadar açılacak. Bir bölümü kredibilitesi olanlar tarafından bir bankadan yüklü miktarda kredi olarak çekilecek, öbür bankada mevduata yatacak çünkü bir sınır yok. Bir kısmı hazineye yüksek faizden borç verilecek, kalanı da piyasaya pompalanacak. Bu kadar kredi arzı bol para yaratacak, bu bol para enflasyonu artıracak. Peki enflasyon artarken, paranın değeri düşerken kurun yükselmeme olasılığı nedir? Var mıdır?

Dünya enflasyonist bir konjonktüre girerken, İngiltere Merkez Bankası faiz artırmışken, FED’in ve Avrupa Merkez Bankası’nın bunu yapmayacağını kim garanti edebilir? Zaten FED varlık alım programını erken sonlandıracağını ve 2022’de 3 kez faiz artıracağını söyledi. Bu durumda dolar kuru yükselmeyecek mi? Peki diyelim kur yükselecek, biz buna nasıl müdahale edeceğiz? Faiz artırmayacağız hatta indireceğiz diyoruz. Merkez Bankası dolar satsın o zaman değil mi? Aşağıda grafiği var. Sizce satacak dövizi var mı?


Sıhhi tesisat örneğinden devam edersek, evet komple bir değişim gerekiyor bu şart. Patlak borular var. Yapılması gereken patlak parçaları değiştirmek ve tüm tesisat değişimi için zaman kazanmak para biriktirmek. Aksi halde suni tadilatın faturası çok ağır olur. Ekranlarda “yağ yoktu, şeker yoktu” diye eski günlere küfreden dayıların aynı dönemde parlak bir fikir olarak sunulan “Dövize Çevrilebilir Mevduat” icadını hatırlamamaları çok üzücü.

Neydi bu DÇM? Askeri müdahale, petrol krizi ve Kıbrıs ambargosu nedeniyle bunalım geçiren hükümetler, döviz bulmakta büyük sorun yaşamıştı. Üst üste gelen devalüasyonlarla TL pul olmuş halk fakirleşmişti. O günlerde yurtdışında bulunan Türklerin paralarını çekebilmek için paralarının değerini garanti altına alan bir uygulamaydı. Amaç kur baskısı olmasın (sabit kur olduğu için artamıyor) ekonomi rahatlasındı. Bir süre çok az bir faydası görüldü (Detay için bakınız). Peki sonuç ne oldu biliyor musunuz? Gelin bu DÇM’den kaynaklanan borcun son taksitini ödeyen rahmetli Turgut Özal’a kulak verelim.

Aynen şöyle diyor Özal: “İnşallah gençlerimiz bundan ders alır. Bir daha böyle hesapsız kitapsız hatalar yaparak, gelecek nesilleri zor taşınan yük altına sokmaz. 84-89 arasında bu ödemeleri yapmasaydık aile başına herkese 1 milyon TL para ödeyebilirdik. 9 bin ilave okul, 900 orta boy fabrika, 500 hastane ve 4 bin km otoyol daha yapardık. 100 bin insan iş sahibi olabilirdi. İşte geçmişin hatalarının bir topluma ne kadara mal olduğunun basit bir bilançosu budur.1970li yıllarda o zaman kendilerini akıllı, uyanık sananlar böyle bir yol buldular. Tam 221 bankaya borçlandık ve Türkiye bunları ödeyemedi.” Ve şöyle devam ediyor “Benim memurum, işçim, esnafım diyenler, DÇM'nin yükünü vatandaşın sırtına yıktılar, orta direğin sırtına yıktılar. Bu borcu siz ödediniz”. Detay bilgi için buraya bakabilirsiniz.

Peki TCMB’nin faiz artırmasının riski ne? Sıfır. Maliyet önceden belli (ne kadar faiz ödeyeceğiniz). Gerisi piyasanın bileceği bir iş olurdu. Peki neden bu kadar riskli bir karar alıyoruz da faiz artırmıyoruz? Bu sorunun cevabını bilen olduğunu sanmıyorum. Faiz hassasiyeti desek, cezalara, öğrenim kredilerine, hazine borçlarına ödenen faizler ortada. Belki ilerleyen yıllarda şerefli basınımız bu soruyu sorabilir.

Bu yöntemin tutmasının tek koşulu dövizin artmaması. Umarım bir mucize olur, kur yükselmez, model başarılı olur. Bunu inanılmaz çok istiyorum. Öyle aptal aptal inşallah başaramazlar da rezil olurlar muhalefeti kafasında değilim. Çünkü kendimi ve çocuklarımı düşünüyorum. Yoksa faturayı biz marabalar ödeyeceğiz, bankalar mevduat sahipleri ve zenginler ise paralarına para katacaklar. Model tutmazsa da saçma şekilde ısrar edilmez umarım. Ya terk edilir ya da faiz artışıyla desteklenir. Yani inşallah ve lütfen.

Son olarak bunca telkine rağmen, faiz indirince enflasyon düşecek, döviz garantili mevduatla kur düşecek ülke rahatlayacak tezini öne süren hükümet aksi durumda ne yapacak? Üzülecek mi? Yoksa sorumluluğu kabul edecek mi?

20 Aralık 2021 Pazartesi

Enflasyon, Pahalılık ve Yeni! Ekonomik Model Üzerine

Geçen gün birkaç parça eşya almak için çarşıya gittim. Tabi fiyatlar herkesin malumu. Dün 10 lira olan bugün 15 olmuş, yarın da 20 olacak. Esnafın biri şöyle bir tabela asmış “Fiyatlarımız geçen haftaya göre çok pahalı olabilir, fakat gelecek haftaya göre çok ucuz”. Bir markete girdim teyzenin biri tuvalet kâğıdı fiyatlarını görünce şok oldu. Sonra “bunu bilerek yapıyorlar ahlaksız stokçular” dedi. Teyzeme göre tüm bu fiyat artışının sorumlusu ahlaksız ve doyumsuz esnaflardı.

Bir başka gün marketten çıkmış gelirken komşumun biri arkadan seslendi, bende durdum. Yanıma gelince “Yahu ne olacak bu ekmek fiyatının hali, bu tost ekmeğini 4 liraya alıyordum 7 lira olmuş” dedi. Bende sorun belli çözümü belli abi dedim. Döküldü resmen. Bunlar hep esnaf milletinin şerefsizliğindenmiş. İki yıl önce 100.000 TL’ye aldığı araba 360.000 TL olmuşmuş. Daha geçende bir arkadaşı ev almak için biriyle anlaşmış, adam ertesi gün fiyat yükseltmiş, arkadaşı farkı birkaç günde tamamlamış gittiğinde fiyatı tekrar yükseltmişmiş. Bunlar hep insanımızın adiliğinden fırsatçılığındanmış. Kısacası dış mihraklar iç mihraklara dönmüş durumda. Bu amcamız ve teyzemiz durumdan çok şikayetçi fakat nefretlerini yönelttikleri yer yanlış.
Yukarıda TÜİK’in inşaat maliyeti endeksi var. Bina yapmanın maliyeti geçen yıla göre %42 artmış. Ki bu grafik ekimde bitiyor yani dolar 9,5 TL iken. Siz ev sahibi olarak biliyorsunuz ki, seneye bitecek konutların fiyatı şu ankinden en az %42 daha fazla olacak. Aşağıda sektörlerin maliyet dağılımı grafiğinde verildiği üzere inşaat maliyetinin %70’e yakını malzeme, bu malzemenin önemli bölümü ithal ve döviz kuru durmadan artıyor. Yani bu %42’lik fiyat artışı daha da yükselecek. Peki siz evinizi ucuza satar mısınız? Aynı paraya başka bir ev alamayacağınızı bile bile. Fiyatının fırlayacağını bile bile. Ya da 100 dolarınız var diyelim, artacağını bile bile doları 17 liradan bozdurur musunuz? Tüm bunların cevabı hayır. Sebebi basit sattığınız herhangi bir şeyi yeniden almaya kalktığınızda sattığınız paraya alamayacaksınız. İşte esnafın durumu da budur. 

Ülkemiz hammadde ve ara madde üretiminde dışa bağımlı. Bugün buğdaydan bakıra, mobilya malzemesinden inşaat demirine, otomobil lastiğinden gözlük malzemesine hemen her şey ithal. Bir ithalatçı düşünelim şimdi bu arkadaşımız hayvan yemi satsın. Esnaf bu toptancıya gidip yem istediğinde çuvalı 100 lira olsun. Ertesi hafta döviz fiyatı %30 yükselirse, bingo yemin fiyatı 130 lira olur. Peki sonraki hafta %15 yükselirse? Bildiniz 150 TL olur. İki haftada esnafın satış fiyatı %50 zamlanmış olur. Nedeni basittir o esnaf yem almaya toptancıya yem almaya gittiğinde fiyatın %50 artacağını adı gibi bilir. İthalatçı esnafa elindeki malı size 100 liraya verse, yenisini ithal etmek istediğinde aynı malı aynı paraya alması mümkün değil. Peki bu durumda siz olsanız deponuzdaki malı (gerçek mal bazında) zarar etmek pahasına eski fiyattan verir misiniz? Buna hiç kimse evet demez. Devletin kendisi bile. Ceza ve harçlar, akaryakıt, doğalgaz, elektrik, tren bileti, THY uçak bileti vs vs hepsine gelen zam ortada. Ne yani devletin kendiside mi fırsatçı?

Bir diğer olay şudur. Bizim insanımız ahlaksız ve fırsatçıysa, ki böyle bir kesim gerçekten var, bu durum ne zaman ortaya çıkar bunu sormak gerek. Fırsatçılar bir günde belirmez. Kriz döneminde ortaya çıkar. Kriz yoksa fırsatçı göremezsiniz.Peki fırsatçılık nedir? Fırsatçılık şudur: çok kısa bir dönemde bir mala olan aşırı ihtiyaç (talep) durumunda satıcının elindeki ürünü çok yüksek fiyattan satmasıdır. Örnek olarak pandeminin başındaki maske fiyatlarını verebiliriz. (Yada havalimanındaki patlamadan sonra 10 liralık mesafe için 100$ isteyen taksşciyi.) Peki sonra ne olur? Normal işleyen ekonomide bu alanda aşırı kar olduğunu gören müteşebbisler derhal maske üretmeye başlar. Bu alanda üretim yapan sayısı artınca da maske fiyatı düşer. İşte fırsatçılık budur. Çözümüde basittir. Yaşanılan durumunsa fırsatçılık ya da stokçulukla ilgisi yoktur. Peki bizim yaşadığımız şey ne? Tanıştırayım ENFLASYON olur kendisi. 

Enflasyon çeşitli mal ve hizmetlerden oluşan bir mal sepetinin ya da ülkede üretilen tüm mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki sürekli artıştır. Peki enflasyon nasıl oluşur? 
1- Bir malın ya da hizmetin üretilmesi için gereken girdilerin maliyeti yükselirse. 
2- Az önce bahsettiğimiz gibi bir mala olan talep artarsa.
Biz bu ikilinin ilkine maliyet kaynaklı, ikincisine talep kaynaklı enflasyon diyoruz. Önce birinci sebebi inceleyelim. 

Aşağıda merkez bankasının araştırmasına göre ülkemizde çeşitli sektörlerin maliyet dağılımı verilmiştir. Bu TCMB uzmanlarının 2015 yılında yaptığı çalışmadır detay bilgi için buraya bakabilirsiniz. Grafikten açıkça belli ki Türkiye’de imalat sanayinin (mobilya, paketli gıda, otomotiv, plastik vs aklınıza gelen her şey) en büyük girdi kalemi %65 ile hammaddedir. Aynı durum inşaat ve enerjide de söz konusudur.
Peki hammadde nereden temin ediliyor? yurt dışından yani dövizle. Ya enerji? Oda ya ithal ediliyor ya da ithale bağlı ürünlerden üretiliyor. (Mesela sanayi elektriğine yapılan %50 zammı hatırlayan var mı?) Peki dövizin fiyatı ne oldu? Buna bakmak lazım. 

Aşağıdaki resim investing.com’dan alınmıştır. Naci Ağbal’ın istifa edip art arda yapılan faiz indirimleri sonrasında dolar kurunun geldiği noktayı görüyoruz bu mum grafiklerde. Her yeşil mum döviz kurunun artışını, her kırmızı mum da döviz kurunun düşüşünü gösteriyor. Eylül ayından itibaren dövizdeki artışlarla (yeşil mumlar) çarşı pazardaki zamlar ne kadar benzer değil mi?

 
İyi de bu lanet doları yükselten şey ne? Her ne kadar senin benim param olmasa da bu ülkede parası olan insanlar var. Bu insanlar ve şirketler hatta yabancılar ve yabancı şirketler paralarını bankada mevduata, hazine tahviline, borsaya vs yatırırlar yani Türk Lirası ya da döviz cinsinden finansal varlıklara. TCMB politika faizini indirince bankalar için ucuz bir borçlanma olanağı ortaya çıkar ve mevduat faizi başta olmak üzere TL cinsinde finansal varlıkların getirisi düşer. Hele ülkede enflasyon faiz oranından yüksekse TL varlıkların getirisi negatif olur. Bu durumda bu insanlar enflasyona endeksli tahvillere, borsaya ya da döviz cinsinden finansal araçlara yönelirler. İnsanlar çok para kazanmak için döviz almazlar, mevcut alım güçlerini koruyabilmek için döviz alırlar. Bu durumun yanında ülkede finansal yatırımı bulunan yabancılar kazanç oranı düştüğü için TL’lerini dövize çevirip ülkeden çıkarlar. İşte bu durumda döviz talebi patlar ve kur yukarı sıçrar. Eğer birde hükümetiniz Merkez Bankası'nın faiz indirmeye devam edeceğini pompalarsa, dövize olan talep katlanır. Peki bu kadar fahiş kur artışı ne getirir ENFLASYON yani ZAM yani PAHALILIK.

Enflasyonu yaratan diğer unsuz talepteki artıştır. İyi de fiyatlar zaten uçuk insanlar neden mal alsın ki? Nedeni basit dostlar. Bugün markete gittiğinizde yukarıdaki sebeplerden ötürü fiyatların fırladığını görüyor ve şaşırıyorsunuz. Sonrasında ihtiyacınız olan şeylerin fiyatının daha da artacağını anlıyor ve bir şekilde (taksitle-borçla) o malı almaya çalışıyorsunuz. Öyle çok paranız olduğu için ya da hainlik olsun diye falan değil, zamlardan daha az etkilenmek için. Bu talep de enflasyonu artırır tabi. 

Kısacası pahalılığın sebebi stokçu esnaf, şerefsiz insanlar değil beceriksiz yönetimdir. Bu durum gökyüzündeki güneş kadar gerçektir ve güneş balçıkla sıvanmaz.

Sözde yeni fakat litreatürde defalarca denenmiş sonucu belli politika ne öneriyor? Kur yükselecek ihracat artacak, oradan gelen döviz ile cari açık kapanacak, döviz arzı artacak ve kur düşecek. Maliyet grafiğini tekrar inceleyelim ve bir kaç soru soralım. Biz ne ihraç edeceğiz? İmalat sanayi mallarını. Peki bu sanayinin girdileri ne? En önemli kalem %65’le hammadde yani dolarla alınacak malzeme. Sonra %18 civarı işçilik (bu kısım TL) ile ve %7 civarı enerji (bu kısım da dövize bağlı). Yani biz TL’yi pul haline getirerek yalnızca %18’lik bölüm olan işçilik kısmını ucuzlatabiliyoruz ve dışarıya bedava işçilik satıyoruz. Maliyet kalemlerinin yaklaşık %75'i dövizin artmasıyla birlikte artıyor. Daha açık ifadeyle emeği bedavaya çalıştırarak ihracat artırmaya çalışıyoruz. Peki işçi ne zamana kadar ucuz çalışmayı göze alacak? Çok kısa bir süre. Nitekim asgari ücret zammı bunun göstergesi, ki yapılan %50 zamma rağmen muhtemelen nisan mayıs aylarında maaş güncellenmesi talep edilecek.
Diğer önerme ise, faiz düşünce tüccarlar ucuz kredi alacak, yatırım yapacak falan. Peki faiz inince yatırım artar mı? Diğer tüm değişkenler sabitken (ceteris paribus) faiz oranarındaki düşüş yatırımları artırır ve ekonomik büyümeyi artırır burası doğru. Peki diğer koşullar sabit değilse? Yani ekonomide bir denge söz konusu değilse?  Öncelikle şunu söyleyelim, TCMB politika faizi 1 haftalık repo faizini ifade eder. Yani vatandaşın bankadan çektiği kredi faizi değildir. Peki TCMB faiz düşürünce piyasa faizi ne oluyor? Hadi piyasayı bırakalım. Onlar tefeci ve faizci. Devletin borçlandığı faiz ne oluyor? Yukarıda Türkiye Cumhuriyeti Hazinesinin, yani devletin bizatihi kendisinin, 5 yıllık aldığı borca ödediği faiz oranı grafiği var. Ağbal’ın istifa ettiği tarihte (TCMB faizi %19) hazine %15’le borçlanırken, şu anda TCMB faizi %14 olmasına rağmen devletin kendisi bile %24 faizle borçlanıyor. Demek ki TCMB faiz indirdi diye devletin kendisi bile düşük faizden borçlanamıyor. Yani TCMB’nin kuru patlatma pahasına faiz indirmesi, ne söylenildiği gibi üretimde ciddi bir artış yaratıyor, ne de esnafın ucuz kredi almasını ve yatırım yapmasını sağlıyor. 

İyi de neden yapıyor bunu iktidar o zaman? Valla bu iş “Pejo Fıkrası” gibi sanki. Adamın biri pejo marka bir minibüs alır. Sonraki gün de minibüsü tıklım tıklım doldurup kasabanın yolunu tutar. Derken minibüs gittikçe hızlanır. Yolculardan biri; -"Kaptan yavaş, bir yere çarpacağız." der. Şoför; -" Sen pejo'yu biliyor musun?" diye sorar. Yolcu; -"hayır" diye cevap verir. Şoför; -"O zaman susacaksın." der ve devam eder. Minibüs hızlanmaya devam eder. Bir süre sonra bir yolcu daha seslenir: -"Oğlum, ben hastayım biraz yavaş." Şoför yine sorar; -"Sen pejo'yu biliyor musun?" Amca ne bilsin; "hayır" der. Şoför; -"O zaman susacaksın." der ve devam eder. Bu kez bir kadın seslenir: -"Hamileyim, lütfen biraz yavaş; çocuğumu düşüreceğim." Şoför yine sorar: -"Sen pejo'yu biliyor musun?" Kadın "yok" der şoför yine aynı cevabı verir... Arkadan kızgın bir ses tonuyla bir genç seslenir: -"Yavaş git kardeşim, öldüreceksin bizi." Şoför yine sorar; -"Sen pejo'yu biliyor musun?" Genç; -"Biliyorum lan ne olacak?" der. Şoför sevinçle ve telaşla son soruyu sorar: -"O zaman çabuk söyle bunun freni nerede?" 

Buraya kadar ki kısım işin ekonomik teorisi üzerine. Peki ya bu olayın sosyolojik durumu ne olacak?

Her ülkenin ekonomik yapısı kendine özgüdür. Almanya berbat hiperenflasyon yaşamış bir ülkedir ve en korktukları ekonomik olgu enflasyondur. ABD Büyük Buhranda korkunç bir işsizlik yaşamıştır ve en büyük korkuları işsizliğin artmasıdır. Türk halkı için bu gösterge döviz kurudur. Ne zaman döviz kuru patlasa, devalüasyon olsa hayat pahalılaşmış, ücretler erimiş, kendine zor yeten halk ezilmiş zenginlerse daha zengin olmuştur. Bugünkü durum da bundan farklı değil. Fakat bugün halkın bir bölümü apaçık ekonomik sorunu kabul etmiyor, edenler ise hükümet dışında herkesi suçluyor. Kendini inkar edercesine.. 

Bakın tek parti döneminde, 1939 yılında 2. Dünya Savaşı patladı. Genelkurmay verilerine göre 1,5 milyon kişi silah altına alındı. 1940 yılında nüfusun 17,8 milyon olduğu düşünülürse nüfusun %8’inden fazla bir oran ortaya çıkar (Bugün 7 milyon kişinin askere alınması gibi). Bu durum yüzünden, ekonominin büyük bölümü tarıma, tarımında neredeyse tamamının insan gücüne dayalı olduğu Türkiye’de tarımsal üretim çöktü. Üretim azalınca (savaş nedeniyle ithalat mümkün olmayınca) fiyatlar patladı ve kıtlık başladı. İşte o meşhur ekmek karnesi dönemi buraya rastlar. Tüm bu koşullara rağmen biz yıllarca tek parti iktidarını yerden yere vurduk, hain stokçular demedik, savaş var demedik tüm dünyada kıtlık var demedik. (2. Dünya savaşının ülkeye etkisine dair detaylı bilgi için İrfan hocanın makalesine buradan bakabilirsiniz.)

Türkiye’de 1971 yılında ordu muhtıra verdi. Bir nevi darbe yaşandı. 1973 yılında ise ABD’nin İsrail’e desteğinden dolayı OPEC ülkeleri petrol üretimini kısıp fiyatı 3$'dan 12$'a çıkardılar (tam 4 kat). Tüm dünyada petrol krizi ile başlayan inanılmaz bir hammadde krizi patladı. Bütün ülkelerde petrol ve petrole bağlı ürünlerde kıtlık oldu. O zamanlarda ABD’de yaşanan inanılmaz petrol bunalımına dair bilgi için buraya bakabilirsiniz. Dahası 1974 yılı öncesinde Kıbrıs’ta başlayan olaylar sonucunda tüm dünyanın muhalefetine rağmen Türkiye adaya asker çıkardı. Tabi bu durumun sonuçları ağır oldu. Büyük bir Amerikan ambargosu başladı ve 3 yıl sürdü. İşte bugün ekranlardaki dayıların yağ, şeker bulamadık gibi sözleri bu zamanda yaşanan bunalıma rastlar. Bu ortamda yaşanan sıkıntıları biz yıllarca dilimize doladık ve CHP’nin ülkeye fakirlik ve kıtlık getirdiğini söyledik hep. Ne tüm dünyayı kasıp kavuran krizden bahsettik, ne kıbrısı kurtarmak bahasına katlandığımız ambargodan...  Varsa yoksa şeker yoktu-yağ yoktu dedik. Hain esnaf, adi insanlar vardı demedik hiç.

2001 yılında yaşanan derin kriz ise tıpkı bugün olduğu gibi inanılmaz bir iş bilmezlik ve beceriksizlik yüzünden oldu. Detayı bu yazının kapsamını aşacak kadar uzun, zaten internette bununla ilgili bolca kaynak var fakat kısacası; kur patladı, maaşlar eridi, bankalar battı, işsizlik ve fakirlik baş gösterdi. Biz yine yıllardır bu krizi ve sorumlularını yerden yere vururuz. Hain esnaf demeyiz, doyumsuz insanlar demeyiz.

Peki madem krizlerin sorumlusu iktidarlar değil, dövizin artması-yoksulluk olması mesele değilse, telefon olmayıversin-tuvalet kâğıdı kullanılmayı versin durumundaysak neden yıllardır bu insanları hunharca eleştiriyoruz hem de haklı sebeplerine rağmen? Yok bu krizlerde hükümetler suçlu ve beceriksiz idiyse bugünkü hükümeti bundan müstesna kılan ne?

24 Şubat 2021 Çarşamba

Boğaziçi Meselesi Üzerinden Akademik Sorunlar ve Çözümleri

Boğaziçi’ne yapılan rektör ataması ve sonrasında yaşananlar herkesin malumu. Olayın siyasi ve ideolojik birçok yönü bulunmakta. Fakat temelde üniversite rektörü, dekanı ve bölüm başkanının siyasi irade tarafından atanması 1980 darbesinin yansımasıdır. Ve olması gereken üniversitelerin tamamen özerk olması ve Yök boyunduruğundan kurtarılmasıdır. Ancak sorunlar sadece rektör ve atanmasıyla bitmiyor. Bu meseleleri yazmak elbette ki benim haddime değil. Ülkemizde çok kaliteli eğitimciler ve uzmanlar mevcut. Ancak çoğunluk sustuğu için haddi aşmak ve birkaç kelam etmek gerek sanki.

Öncelikle, tabi ki siyaset tarafından atanan ilk rektör Melih Bulu değil. Hatta Boğaziçi Üniversitesine atanan ilk siyasi rektör de değil. Üniversite bileşenlerinin söylemine göre, üniversitenin içinden olmayan birinin atanmasını istemiyorlarmış. Bugüne kadar diğer üniversitelere yapılan atamaları, onlarca akademik usulsüzlüğü umursamayan bu grup sıra kendilerine geldiğinde feryat ettiler. Sorun şu ki sıra onlara geldiğinde onları destekleyecek kimse kalmamıştı akademide. Aynı örneği barolarda görmüştük. Ülkedeki yüzlerce hukuksuzluk karşısında birkaç mırıltının dışında ses çıkarmayan barolarımız mesele baroların bölünmesine geldiğinde müthiş bir gürültü kopardı. Kısacası ülkedeki tüm kişi ve kurumlar bana dokunmaya yılan bin yaşasın mantığında ve kendisine doğrudan etki etmeyen tüm olaylara karşı duyarsız ya da çok az duyarlı. Gel gelelim onların duyarsızlığı yaşanan durumu normalleştirmiyor. Yapılan yanlışı düzeltmiyor. Kısacası kayyum rektöre tabi ki karşıyım.

Akademideki sorunlar temelden başlayıp zirveye kadar ulaşıyor. (Not: Bu yazılanlardan bazı kişi ve kurumlar istisnadır) Önce en temelden başlamak gerek sanırım. Ülkemizin ekonomik potansiyeli belli. Yükseköğretim mezunu genç sayısı da tıpkı herhangi bir mal ve hizmet gibi bir arz ve talebe sahiptir. Üniversitelerimiz aşırı sayıda ve kalitesiz mezun veriyor (çok sayıda ve kaliteli olsa zaten bu durumda olmazdık). Bir de buna ekonomik durgunluk eklenince durum içinden çıkılmaz halde. Fakültelerde verilen derslerin içerikleri yetersiz, akademik personelin kalitesi çok düşük, kaliteli olanın da eğitim umurunda değil. Tüm dersler vize ve final puanı için işlenir. Hocalar sınavda sorabileceği şeyleri anlatır. Sınavdan sonra tüm bilgiler unutulur. Neden sonuç kurgusundan ve analitik bakış açısından yoksun öğretim sistemimiz. Velhasıl zaten lisans eğitiminin berbat olduğu konusunda herkes hem fikir. Bu konuyu uzatmak yersiz.

Geleceğin akademisyenini yetiştirecek ve bir konuda uzmanlık kazandıracak yüksek lisans ve doktora programlarının durumu da içler acısı. Lisansüstü eğitime ales+yds+not ortalaması+bilim sınavı ile öğrenci alınıyor. Zurnanın zırt dediği yer bilim sınavı. Aşırı göreceli, eşitlikten uzak ve çoğunlukla mülakat olan bu sınavlarda kontenjanlar hep adrese teslim oluyor. Buraya 4 farklı torpil haberini bırakayım. Bunun gibi yüzlercesi var 1, 2,3,4. Ales puanı çok yüksek iyi dil bilen birçok aday elenirken abuk adaylar sıralamaya giriyor. Tezsiz yüksek lisans programları ise artık belediyelerin verdikleri sertifika programları gibi oldu. Çoğu okulda yüksek lisans programlarında ders anlatılmıyor. Çalakalem sınavda sormak için anlatılan ufak tefek şeylerin dışında bom boş bir yıl geçiyor. Öğrenciler bir şekilde dersleri geçiyor ve teze başlıyor. Bu konuda ise durum daha vahim çünkü para ile tez yazan yüzlerce şirket var. Bir araştırmaya göre yazılan tezlerin 3 de biri parayla yazdırılıyor. Kalitesi düşük intihali yüksek paralı bu tezler her yerde. Başta belirttiğim gibi istisnaları bir kenara bırakırsak, öğrenci tezi kendisi dahi yazsa, özgünlükten uzak, kopyala yapıştır ya da değiştir yazlardan oluşan bir tez söz konusu.

İşte doktora öğrencilerinin çok büyük kısmı bu yüksek lisans öğrencilerinden oluşuyor. Peki torpille girişi bir yana bırakırsak orada işler nasıl? Lisans düzeyinde kitaplar ve ders anlatımıyla biraz ilerleniyor. Çoğu okulda ders dahi işlenmeden birkaç ödevle dersler bitiriliyor. Doktora yaptığı alanda çok az bilgi sahibi olan, o alandaki temel kitapları dahi okumamış, yeterlik sınavından önce sadece sınavı geçmek için çalışıp sonra unutmuş doktora öğrencileri. Göstermelik yeterlik sınavları, çalakalem yazılan hatta parayla yazdırılan tezler…  İşte bu şartlarla mezun olan ya da olacak olanlar, mevcut akademisyenlerimiz ya da geleceğimizin akademisyenleri. Başta da dediğimiz gibi birkaç üniversite bu kapsamın dışında.

Akademisyen olurken yüksek lisans ve doktorayı olması gerektiği gibi bitirip torpilsiz atanmış olduğunu farz edelim ve sorunlara öyle bakalım. Öncelikle inanılmaz bir dil problemi var. Ve İngilizce bilmeden de akademisyen olunacağı iddiası sürekli konuşuluyor. Eğer alanınız Türk dili, Türk hukuku gibi asıl kaynakların Türkçe olduğu bir alan değilse dil bilmeden akademisyen olmak mümkün değil. En azından okuduğunuzu anlamanız gerek. Örneklendirecek olursak; benim alanım iktisat ve Türkçe yazılmış çok az iktisat kitabı ve makalesi var. Çoğu kült kitabın tercümesi yok ve olanların çoğu kötü. İngilizce (bazı branşlarda farklı dil) kaynaklar yerkürenin tamamı ise Türkçe kaynaklar sizin apartman daireniz gibi. Kısacası dil bilmeden bilim dünyasını anlamanız ve takip etmeniz olanaksız. Hele ki uluslararası makale yayımlamak için sadece okuduğunu anlamak değil aynı zamanda o dili kullanabilmek de gerek, hem de iyi bir şekilde.

Hocalarımızın hakemli makale, uluslararası hakemli makale, kitap ve atıf vb göstergeleri facia. Mesela 68 rektörümüzün hiç uluslararası yayını yok (kaynak). Üstelik kitap diye basılan şeyler basit birer derleme ya da konuyla ilgisiz bilgiler içeren tuğla. Belki yarısı belki daha fazlası bu durumda. Akademide ve hatta twitterda hocalar kendi aralarında paslaşıyorlar. Her biri bir diğerine sürekli atıf yapıyor. Çoğu hocamızın makaleleri hep aynı dergilerde basılıyor. Velhasıl bilimsel içerik üretmekten uzak bir akademisyen yapımız var (kaynak). Çok ama çok kıymetli hocalarımız ise (ki artık çoğunluk değiller) türlü haksızlıklar, kötü yönetim ya da başka sebeplerle yurt dışına gidiyor, özel sektöre geçiyor ya da işine küsüp üretmeyi bırakıyor. Mücadeleye devam edenlerine selam olsun. Öğrenci yetiştiren hoca ise çok az. Bu konuyu daha önce yazmıştım. Tekrar bu konuya girmek istemiyorum.

Tabi ki burada tüm akademinin sorunlarını tek çırpıda yazacak değilim. Ufak bir Google araştırmasıyla hepsi görülebilir zaten. Peki benim çözüm önerim nedir? Bunları tek tek sıralayacağım. Elbette çoğu zaten sürekli konuşulan öneriler. Tabi ki benim eklemelerim de mevcut. 

Öncelikle YÖK denen ve her dönemde muktedir olanın sopası olmaktan başka işlem görmeyen kurum kaldırılmalıdır.

Üniversiteler kendi rektörlerini ve senato üyelerini, fakülteler dekanlarını ve bölümlerde bölüm başkanlarını seçmelidir. Ve bir kişi en fazla 2 kez seçilebilmelidir.

Üniversiteler Sayıştay’ın denetimine tabi şekilde, idari, mali ve bilimsel olarak özerk olmalıdır.

Mevcut 131 kamu üniversitesinin en az yarısı kapatılmalıdır. (Öğrencisi olmayan bölümler, ihtiyaç duyulmayan meslekler, boşa harcanan kaynaklar…) Bu kurumlara harcanan paralar diğer üniversitelerde kullanılmalıdır.

Özel üniversitelere çok sıkı kurallar getirilmeli, apartman üniversiteleri ve başarılı olmayan üniversiteler derhal kapatılmalıdır.

Açık öğretim fakülteleri derhal kapatılıp mevcut yapıları meslek edindirme kurslarına dönüştürülmelidir.

Meslek yüksek okulları üniversitelerin bünyesinden çıkarılmalı tamamen işgücü piyasasına göre eleman yetiştiren yapıya bürünmelidir.

Tıp fakülteleri üniversite bünyesinden ayrılmalı, diğer sağlık bilimleri ile (hemşirelik, eczacılık vs) birlikte üniversite statüsünde tıp akademileri oluşturulmalıdır. (Böylece tıp fakültesinin ardına saklanan çoğu üniversitenin aslında bilim üretmediğini de göreceğiz.)

Mezun planlaması yapılmalı ve kontenjanlar buna uygun olarak düşürülmelidir. (Eğitim fakülteleri, İİBF, ilahiyat başta olmak üzere)

Akademisyenlere H endeksine benzer bir endeks getirilmeli, prof. Doç. ve dr. Olabilmek için endeks şartı getirilmelidir. Bu koşul şu an mevcut tüm akademisyenlere de objektif uygulanmalıdır ve sözde akademisyenler derhal üniversitelerden temizlenmeli, ünvanları düşürülmeli ya da tamamen alınmalıdır.

Unvan elde edildikten sonra ise, elde tutabilmek için yayın şartı olmalıdır.

4 beceride bir yabancı dili bilmeyen akademisyen doç. olamamalıdır.

Akademisyenlerin üretkenliği ile orantılı maaş ödenmelidir.

Öğrenci sayısı ile akademisyen sayısı arasında oran kurulmalı akademisyenlerin ders yükü azaltılmalı ve ders yükü ile orantılı bir maaş ödenmelidir.

Yüksek lisans ve doktorada bilim sınavı ve mülakat kaldırılmalı, ortalama+ales+yds üzerinden alım yapılmalıdır.

Alesi 70 YDS si 80 altı olan adaylar doktoraya kabul edilmemelidir.

Alan dışı girişler için bilimsel hazırlık, yüksek lisans ve doktorada ise normal dersler gerçek anlamda bu seviyeye uygun olmalıdır.

Lisansüstü programlarda ileri okumalar ve makale yazımı ön planda tutulmalıdır.

Doktora yeterlik sınavı ve mülakatı tüm üniversiteler için ÖSYM tarafından yapılmalıdır.

Doktora tezleri sadece intihal programıyla değil bir komisyon tarafından didik didik incelenmeli özgün olmayan tezler iptal edilmedir.

Lisans ve lisansüstü bütün programlarda devam zorunluluğu olmalıdır (en az %75).

Tüm programlar tıpkı özel üniversiteler gibi ücretli olmalı başarı koşulu sağlanırsa (mesela %70) tam burs şeklinde ücretsiz olmalıdır. Ve tüm sınavlar klasik usulde olmalıdır.

Lisans öğrencilerinden başarılı olanlara (mesela %10) başarı bursları verilmeli başarı teşvik edilmelidir.

Atılma koşulları aynen devam etmeli ve af tamamen kaldırılmalıdır.

Son olarak materyaller ve müfredat güncellenmelidir.

Bu öneriler uzaar gider. Üniversitelerin öğretim teknikleri, teknik altyapıları, eğitim içerikleri, burs ve yurt olanakları başta olmak üzere binlerce sorun daha sıralanabilir. Çok farklı çalışmalar ve fikirler ortaya atılabilir. Fakat maksat hasıl oldu sanırım. Daha uzatmaya gerek yok. Tüm üniversitelerimizin bilim ürettiği günleri görmek ümidiyle...





12 Ocak 2021 Salı

Tedavi Olmak İçin Hastalığı Kabul Etmek Gerek

 

Ekonomik anlamda üretim çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkar. Bu faktörleri; emek, sermaye, doğal kaynaklar, girişimci şeklinde sıralayabiliriz. Hatta modern görüşe göre beşeri sermaye ve kurumsal yapı gibi yeni faktörleri de ekleyebiliriz. İşgücü en temel üretim faktörüdür. İşgücünün tümü üretimde ise tam istihdam, işgücünün bir bölümü üretimde değilse eksik istihdam vardır.  Hemen her ekonomide doğal bir işsizlik oranı vardır. Bu oran zaman zaman düşürülse de kalıcı olmaz. Fakat doğal işsizliğin üzerindeki her işsizlik, üretim faktörlerinin birinden yani işgücünden yararlanamama anlamına gelir. Hele ki dinamik nüfusu fazla olan bizim gibi ülkelerde nüfus fırsat penceresi bir şanstır ve kaçırılmaması gerekir.

Türkiye’de işsizlik yıllardır süregelen bir sorun. Fakat bu sorunun giderek büyüdüğünü görüyoruz. Aşağıdaki tabloda işsizliğin 1980’den beri on yıllık ortalamaları bulunuyor. 2000 yılından beri işsizliğin %10 üzerinde katılaştığı görülüyor. Detaylı bilgi için buraya bakılabilir.

Tablo 1

Yıllar

İşsizlik Ortalaması

1980-1989

7,9

1990-1999

7,7

2000-2009

10,3

2010-2018

10.6

 

Tabi ki bu bilgilerin tamamı eski verileri içeriyor. Peki güncelde durum nedir? Tüik’in dün açıkladığı veriler çok çarpıcı sonuçlara işaret ediyor. Aşağıdaki grafikler aynen Tüik’ten alınmıştır. İşsizlik oranı 2019 ekim ayından itibaren bırakın artmayı düşerken, istihdam edilen kişi sayısı da yaklaşık 900 bin kişi azalmış. Yani hem istihdam hem de işsizlik düşmüş. Aynı dönemde nüfus da 1 milyon 171 bin kişi artmış durumda. Kısacası nüfus artar ve istihdam sayısı azalırken nasıl oluyor da işsizlik oranı düşüyor. Sihir Tüik’in hesaplama yönteminde gizli.  

 

Şekil 1



TÜİK'e göre işsiz; “referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte çalışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek olanlardır. Kısacası bu koşullardan birini dahi sağlamıyorsanız tebrikler!! işsiz sayılmıyorsunuz.

Tüik’in kendisinin hesapladığı verilerden derlenen gerçek işsizlik tablosunu aşağıda vereyim. Tabloyu derleyen Mahfi Eğilmez hocamıza teşekkür ederek tabi. Tablo 3’de 9. veri Tüik’in hesapladığı işsizlik. Gerçek işsizlik ise 10. verideki geniş işsizlik oranı. Bu konuda çok çeşitli rakamlar incelenebilir. Yorumlar yapılabilir. Fakat rakamlara boğulmak gereksiz. Tablo açık şekilde önümüzde duruyor. Daha detay bir yorum için Alaaddin Aktaş'ın bugünkü yazısına bakabilirsiniz.

 Tablo 3



Tüik verilerinin kırmızı alarm verdiği bence en önemli veri genç işsizliktir. Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere gençlerin %25’i işsiz, %30’u çalışıyor. Asıl tehlike ise ne eğitimde ne istihdamda olanlar, oranı da %27,6. Bu sorun giderek büyüyor. Genç işsizliğin yaratacağı sosyal problemler (suç, madde kullanımı vs) artarak karşımıza çıkıyor.  Kaldı ki bu sorunun pandemi ile de ilgisi bulunmuyor. Zira 2019 verileri de aynı sorunu gösteriyor.

Tablo 4

Türkiye’de son 20 yıldaki genç işsizlik ve işsizlik arasındaki korelasyonu yaklaşık 0,98 hesapladım. Korelasyon katsayısı 0 ise iki değişken arasında ilişki olmadığını, 1 ise tam ilişki olduğunu gösterdiğini anlıyoruz. Bu durumda işsizlik ve genç işsizliğin sebepleri aynıdır diyebiliriz. Peki işsizliğin sebebi ne? Açık şekilde yetersiz ve kalitesiz büyüme. İlk tabloda da görüldüğü üzere, son 20 yıldaki büyümemizin istihdam yaratmadığı yada yeterli olmadığı ortada. Son dönemde işsizliğin yükselmesinin temel sebebi de makro bozulmalar. Detaylı bir anlatımı Mahfi Eğilmez'in yazısında bulabilirsiniz.

Genç işsizliğin madde kullanımı, suça bulaşma ve intihar gibi birçok sosyal yönü var. Aynı zamanda bu kişiler ülkenin geleceği olduğu için umutsuz bir gelecek karşımıza çıkıyor. Diğer bir sonuç ise gençlerin bir şekilde hayatını idame ettirmesi için ebeveynlerinden destek alması gerekiyor. Bu durum ebeveynlerin birikim yapamamasına, emekliliklerini ertelemelerine neden oluyor. Peki ya ebeveynler de işsizse?

Pandeminin etkisini tablo 3’de görüyoruz. 7 puan fırlamış geniş işsizlik oranı korkutucu. Bu tablonun işten çıkarma yasaklarını tam olarak yansıttığını söyleyemeyiz. Bir tahmin yapmak zor fakat oranın yükseleceği aşikar. İşsizlik oranının bu denli yükselmesi tabi ki çok büyük sorun. Dünyadaki tüm ülkeler bu sorunu çözmeye çalışıyor. Fakat çoğu ülkenin pandeminin başında mali ve parasal alanı vardı. Böylece kapsamlı destek paketleri uygulayabildiler. Pandemi öncesinde zaten yüksek enflasyon, patlama aşamasında kur, sınıra dayanmış kredilendirme limiti ve açıkları büyüyen bir bütçemiz vardı. İnternette geçen yılın ocak ayı haberlerine bir göz atsak durum anlaşılır sanırım.

Sonuç olarak, işsizlik rakamlarında geniş işsizlik oranını baz almak daha doğru olur ve bu rakam %26,9'dur. Keşke Tüik bunu ilan etse ya da hesaplama yöntemini koşullara uyarlasa. Zira toplumda neredeyse kimse Tüik verilerine güvenmez hale geldi. Sorunları açıkça tartışmalı ve çözüm bulmaya çalışmalıyız. Unutmayalım doğru teşhis konmadan hasta tedavi olamaz. Hele hastalığı kabul etmeyerek asla.