Türkiye'de neden enflasyonu düşüremiyoruz, neden uluslararası markalar
çıkaramıyoruz, neden uzun vadeli kalkınma ya da sanayi planları uygulayamıyoruz?
Bu soruların cevapları genellikle kurumsal yönetim eksiklikleri veya modern
tekniklerin yokluğu gibi Batı menşeli analizlerde aranır. Ancak bir üstadın
dikkat çekici yorumu, bu sorunların kökenine dair daha derin bir bakış açısı
sunuyor: Türkiye enflasyonist bir ülke. Yani kısa vadeli finansal kârlılığın
had safhada olduğu bir ülke. Böyle bir ortamda kim uzun vadeli planlamaya
yatırım yapar, para harcar ve değer yaratmaya uğraşır? Sonuçta amacımız
finansal kârlılık değil mi? Evet, o halde…
Bu inanılmaz ama bir o kadar da çarpıcı bir gerçek. Peki neden yapamıyoruz?
Neden enflasyonu düşüremiyor, sanayi planı yapamıyoruz? Neden sürekli hedef
koyup bu hedeflere ulaşmak için en küçük çabayı sarf etmiyoruz?
Siyasetin Sermayeyi Şekillendirdiği Bir Ekonomi
Dünya genelinde sermayenin siyaseti şekillendirdiğini görürken, bizde siyasetin
tamamen sermayeyi şekillendirmesi, bu sorunların temelini oluşturuyor. Bir
hocamın ifadesiyle, ne kadar derin bir analiz! Bu nedenle, halkın ya da
sermayenin düzen veya değişiklik talep etmesi mümkün görünmüyor. Genellikle
toplumun belirli bir kesimi, doğrudan siyaset sayesinde varlık sahibi
olabiliyor.
Ağbal sonrası dönemde %80’leri aşan enflasyona rağmen politika faizinin %10
gibi "komik" bir seviyede tutulması, bu durumun en bariz
örneklerinden biriydi. Bu kadar negatif faizli bir ortamda, finansal kuruluşlar
kredileri gönüllü vermese de, bu krediler hep kullanıldı. Çok ucuz, hatta
bedava finansmanla büyük varlıklar elde edildi. Tabii ki herkes bu kredilerden
faydalanamadı; ancak faydalananlar oldukça büyük avantaj sağladı. Sonraki
dönemde bu politika ülkeyi çok zor duruma sokunca yüksek reel faiz dönemine
geçildi, yani "acı reçete" başladı. Peki bu acı reçeteyi içenlerle,
bir önceki dönemde büyük varlık sahibi olanlar aynı kişiler mi? Takdiri size
bırakıyorum.
Bu örneği şunun için verdim: Türkiye’de ekonomi ve siyaset öyle bir durumda
ki, kısa vadeli fırsat pencereleri yaratıp kapanıyor. Adeta bir "vole
vurma" misali; çaba göstermeden, emek vermeden, kolay yoldan… Maalesef
sistem buna izin veriyor çünkü sistem zaten bunun üzerine kurulu.
Adil Olmayan Bir Sistem ve Cezalandırılan
Dürüstlük
İki örnek daha vererek konuyu bağlayalım: Bir şirketiniz var, son derece
dürüst şekilde vergilerinizi günü gününe ödüyorsunuz, hatta bunun için
zorlanıyorsunuz. Sonra bir gün bir vergi affı çıkıyor. Kendi vergisini, hatta
başkasının ödediği KDV’yi bile ödemeyen şirketler bu aftan yararlanarak
borçlarını düşük faizle taksitlendiriyor. Sonuç? Siz dürüstçe verginizi
verirken, rakibiniz vergi vermeyerek oldukça ucuz bir finansman sağlamış oluyor.
Cezalandırılıyorsunuz.
Ya da kendi halinizde yaşayan bir vatandaşsınız. Kiranızı ödüyor, kıt
kanaat geçiniyorsunuz. Ancak etrafınızdaki insanlar orman tahrip ederek arsa
çeviriyor, kamu arazilerine ev yapıyor. Siz bunun yanlış olduğunu düşündüğünüz
için yapmıyorsunuz. Bir gün bakıyorsunuz ki devlet bir afla bu kişilere tapu
dağıtmış. Siz hala kirada kıt kanaat geçinirken, dibinizdeki kişi bir anda
milyoner oluvermiş.
Keşke bu örnekler istisna olsa. Ama maalesef, kuralların uygulandığı,
uymayanların ceza aldığı ve bir ahlakın yerleştiği durumlar istisna haline
geldi.
Yapısal Reform ve Toplumsal Bilinç İnşası
Kamu öncelikle ülke gerçekleriyle uyumlu bir tespit yapmalı. Hamasetle,
olmayanı var, olanı yok göstermeye çalışmadan. Sonra bu gerçekliğin üzerine
ulaşılabilir, bilimsel ve teşvik edici bir plan ortaya koymalı. Ve en önemlisi,
bu planın, kuralın, kanunun ardında durarak gereğini yapmalı. İşte buna yapısal
reform diyoruz.
Ne zaman bu cümleleri kursam, "olmaz, biz yapamayız, karakterimize
ters" gibi yanıtlar alıyorum. Bir iktisatçı olarak hemen TCMB kanununu ve
Bankacılık reformunu anlatıyorum ama nafile. Sonra son derece somut ve
anlaşılır bir örnek veriyorum:
Bir zamanlar Türkiye’de kapalı alanda sigara içilmeyeceğini düşünmek
hayaldi. Kamu kurumlarından tüm iş yerlerine, kafe ve restoranlara, kısacası
akla gelen tüm kapalı alanlarda sigara içilebiliyordu. Devlet bir gün sigara
yasağı getirdi, uymayan herkesin canına okudu. Öyle ki sanayideki atölyesinde
sigara içen patrona bile ceza yazdı. Ve bu denetimi 1-2 yıl sürdürdü.
Hatırlayan çok olacaktır; o dönemde insanlar kendi iş yerlerinde bile sigara
içmez, kapının önüne çıkar olmuştu. Sonrasında devlet denetimi kademeli azalttı
ve bıraktı. Bugün pek az istisna hariç kapalı alanda sigara içilmiyor. İçilmesi
durumunda da içerdekiler rahatsız oluyor ve tepki gösteriyor. Neden peki? Mevcut
düzenin ona yarattığı faydayı gördüğü için. Toplumda bu bilinç ve ahlak
oluştuğu için.
Peki bu örnek ekonomide olamaz mı? Neden olmasın? Pek tabii ki olur. Peki
neden olmuyor? Nedeni çok basit: Türkiye’de belli periyotlarda seçim yapılıyor
ve toplum yalnızca bu dönemde siyaseti etkileyebiliyor, yani o kısacık 3-4
aylık dilimde. Bu dönemde de kimse enflasyon, ekonomi, yapısal reform falan
demiyor. Ne diyor? Tapu, EYT, af, vergi affı, düşük faiz, ücret zammı vb. Çünkü
bu zaman diliminde ancak bu adımlar somut olarak atılabiliyor.
Çözüm Yolları
Peki nasıl olur? Maalesef bu soruyu burada yanıtlayacak yerim yok, yanıtı
da kısa değil. Ancak bu konuda yazdığım "Yapısal Reform Önerileri"
isimli kitabımı kitap yurdundan (kitap linki) temin edebilirsiniz.
Dürüstlüğün ceza olmadığı bir Türkiye diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder