28 Mayıs 2025 Çarşamba

Türkiye'nin Temel Ekonomik Sorunu: Neden Çözemiyoruz?

Türkiye'de neden enflasyonu düşüremiyoruz, neden uluslararası markalar çıkaramıyoruz, neden uzun vadeli kalkınma ya da sanayi planları uygulayamıyoruz? Bu soruların cevapları genellikle kurumsal yönetim eksiklikleri veya modern tekniklerin yokluğu gibi Batı menşeli analizlerde aranır. Ancak bir üstadın dikkat çekici yorumu, bu sorunların kökenine dair daha derin bir bakış açısı sunuyor: Türkiye enflasyonist bir ülke. Yani kısa vadeli finansal kârlılığın had safhada olduğu bir ülke. Böyle bir ortamda kim uzun vadeli planlamaya yatırım yapar, para harcar ve değer yaratmaya uğraşır? Sonuçta amacımız finansal kârlılık değil mi? Evet, o halde…

Bu inanılmaz ama bir o kadar da çarpıcı bir gerçek. Peki neden yapamıyoruz? Neden enflasyonu düşüremiyor, sanayi planı yapamıyoruz? Neden sürekli hedef koyup bu hedeflere ulaşmak için en küçük çabayı sarf etmiyoruz?

Siyasetin Sermayeyi Şekillendirdiği Bir Ekonomi

Dünya genelinde sermayenin siyaseti şekillendirdiğini görürken, bizde siyasetin tamamen sermayeyi şekillendirmesi, bu sorunların temelini oluşturuyor. Bir hocamın ifadesiyle, ne kadar derin bir analiz! Bu nedenle, halkın ya da sermayenin düzen veya değişiklik talep etmesi mümkün görünmüyor. Genellikle toplumun belirli bir kesimi, doğrudan siyaset sayesinde varlık sahibi olabiliyor.

Ağbal sonrası dönemde %80’leri aşan enflasyona rağmen politika faizinin %10 gibi "komik" bir seviyede tutulması, bu durumun en bariz örneklerinden biriydi. Bu kadar negatif faizli bir ortamda, finansal kuruluşlar kredileri gönüllü vermese de, bu krediler hep kullanıldı. Çok ucuz, hatta bedava finansmanla büyük varlıklar elde edildi. Tabii ki herkes bu kredilerden faydalanamadı; ancak faydalananlar oldukça büyük avantaj sağladı. Sonraki dönemde bu politika ülkeyi çok zor duruma sokunca yüksek reel faiz dönemine geçildi, yani "acı reçete" başladı. Peki bu acı reçeteyi içenlerle, bir önceki dönemde büyük varlık sahibi olanlar aynı kişiler mi? Takdiri size bırakıyorum.

Bu örneği şunun için verdim: Türkiye’de ekonomi ve siyaset öyle bir durumda ki, kısa vadeli fırsat pencereleri yaratıp kapanıyor. Adeta bir "vole vurma" misali; çaba göstermeden, emek vermeden, kolay yoldan… Maalesef sistem buna izin veriyor çünkü sistem zaten bunun üzerine kurulu.

Adil Olmayan Bir Sistem ve Cezalandırılan Dürüstlük

İki örnek daha vererek konuyu bağlayalım: Bir şirketiniz var, son derece dürüst şekilde vergilerinizi günü gününe ödüyorsunuz, hatta bunun için zorlanıyorsunuz. Sonra bir gün bir vergi affı çıkıyor. Kendi vergisini, hatta başkasının ödediği KDV’yi bile ödemeyen şirketler bu aftan yararlanarak borçlarını düşük faizle taksitlendiriyor. Sonuç? Siz dürüstçe verginizi verirken, rakibiniz vergi vermeyerek oldukça ucuz bir finansman sağlamış oluyor. Cezalandırılıyorsunuz.

Ya da kendi halinizde yaşayan bir vatandaşsınız. Kiranızı ödüyor, kıt kanaat geçiniyorsunuz. Ancak etrafınızdaki insanlar orman tahrip ederek arsa çeviriyor, kamu arazilerine ev yapıyor. Siz bunun yanlış olduğunu düşündüğünüz için yapmıyorsunuz. Bir gün bakıyorsunuz ki devlet bir afla bu kişilere tapu dağıtmış. Siz hala kirada kıt kanaat geçinirken, dibinizdeki kişi bir anda milyoner oluvermiş.

Keşke bu örnekler istisna olsa. Ama maalesef, kuralların uygulandığı, uymayanların ceza aldığı ve bir ahlakın yerleştiği durumlar istisna haline geldi.

Yapısal Reform ve Toplumsal Bilinç İnşası

Kamu öncelikle ülke gerçekleriyle uyumlu bir tespit yapmalı. Hamasetle, olmayanı var, olanı yok göstermeye çalışmadan. Sonra bu gerçekliğin üzerine ulaşılabilir, bilimsel ve teşvik edici bir plan ortaya koymalı. Ve en önemlisi, bu planın, kuralın, kanunun ardında durarak gereğini yapmalı. İşte buna yapısal reform diyoruz.

Ne zaman bu cümleleri kursam, "olmaz, biz yapamayız, karakterimize ters" gibi yanıtlar alıyorum. Bir iktisatçı olarak hemen TCMB kanununu ve Bankacılık reformunu anlatıyorum ama nafile. Sonra son derece somut ve anlaşılır bir örnek veriyorum:

Bir zamanlar Türkiye’de kapalı alanda sigara içilmeyeceğini düşünmek hayaldi. Kamu kurumlarından tüm iş yerlerine, kafe ve restoranlara, kısacası akla gelen tüm kapalı alanlarda sigara içilebiliyordu. Devlet bir gün sigara yasağı getirdi, uymayan herkesin canına okudu. Öyle ki sanayideki atölyesinde sigara içen patrona bile ceza yazdı. Ve bu denetimi 1-2 yıl sürdürdü. Hatırlayan çok olacaktır; o dönemde insanlar kendi iş yerlerinde bile sigara içmez, kapının önüne çıkar olmuştu. Sonrasında devlet denetimi kademeli azalttı ve bıraktı. Bugün pek az istisna hariç kapalı alanda sigara içilmiyor. İçilmesi durumunda da içerdekiler rahatsız oluyor ve tepki gösteriyor. Neden peki? Mevcut düzenin ona yarattığı faydayı gördüğü için. Toplumda bu bilinç ve ahlak oluştuğu için.

Peki bu örnek ekonomide olamaz mı? Neden olmasın? Pek tabii ki olur. Peki neden olmuyor? Nedeni çok basit: Türkiye’de belli periyotlarda seçim yapılıyor ve toplum yalnızca bu dönemde siyaseti etkileyebiliyor, yani o kısacık 3-4 aylık dilimde. Bu dönemde de kimse enflasyon, ekonomi, yapısal reform falan demiyor. Ne diyor? Tapu, EYT, af, vergi affı, düşük faiz, ücret zammı vb. Çünkü bu zaman diliminde ancak bu adımlar somut olarak atılabiliyor.

Çözüm Yolları

Peki nasıl olur? Maalesef bu soruyu burada yanıtlayacak yerim yok, yanıtı da kısa değil. Ancak bu konuda yazdığım "Yapısal Reform Önerileri" isimli kitabımı kitap yurdundan (kitap linki) temin edebilirsiniz.

Dürüstlüğün ceza olmadığı bir Türkiye diliyorum.

 

25 Mayıs 2025 Pazar

Petrolün Geleceği

1. Suudi Arabistan’ın Değişen Rolü: Sermaye Veren Ülkeden Sermaye Arayana

Uzun yıllar boyunca petrol gelirleri sayesinde küresel finans sisteminde sermaye ihraç eden başlıca ülkelerden biri olan Suudi Arabistan, bugün farklı bir dönemece girmiş durumda. Bloomberg verilerine göre, 2025’in ilk çeyreğinde bütçesini dengeleyebilmek için ortalama 96 dolar, PIF’in taahhütleri dahil edildiğinde ise 113 dolar seviyesinde bir petrol fiyatına ihtiyaç duyuluyor. Ancak Brent petrol şu sıralar 65 dolar civarında, bu da Suudi mali dengesi için sürdürülebilir olmayan bir tabloyu ortaya koyuyor.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın önderliğindeki mega projeler (NEOM, spor organizasyonları, kültürel etkinlikler, küresel konferanslar) ciddi maliyetler doğuruyor. Ancak bu yatırımlar henüz istikrarlı nakit akışı sağlamadığı için, Suudi Arabistan artık net bir sermaye tüketicisi konumuna geldi.

2. Arz Kesintisi Artık Kolay Değil: Suudilerin Alışkanlıkları ve Jeopolitik Gerçeklik

Geçmişte OPEC ve özellikle Suudi Arabistan, petrol fiyatlarını desteklemek için üretimi kısarak küresel arzı yönetebiliyordu. Ancak bugün:

·         ABD kaya petrolü üretimi çok daha esnek.

·         İran gibi ülkelerin potansiyel geri dönüşleri arzı artırabilir.

·         Suudi Arabistan’ın dev altyapı ve sosyal harcamaları nedeniyle gelir ihtiyacı yüksek, bu da gönüllü üretim kesintilerini zorlaştırıyor.

Kısacası, geçmişte arzı kısarak fiyatı yukarı taşıma alışkanlığı, bugünkü mali ve siyasi koşullarda kolay uygulanabilir değil. Suudi Arabistan gibi ülkeler artık yüksek üretim düzeyini korumaya mecbur.

3. Çin ve Elektrikli Kamyon Devrimi: Talebi Yapısal Olarak Düşürüyor

Petrolün kullanım alanlarına bakıldığında:

·         %64,5’i ulaşım (kara, hava, deniz),

·         %16,6’sı enerji dışı uygulamalar (petrokimya gibi),

·         Kalan kısmı sanayi, konut ve diğer alanlarda kullanılıyor.

Bu tablo, ulaşım sektörünün petrol talebinde merkezi bir rol oynadığını gösteriyor. Burada da Çin’de yaşanan dönüşüm oyunun kurallarını değiştiriyor:

·         Çin elektrikli otomobilde tam bir devrim yaşıyor. Kısa zamanda pazarın baskın çoğunluğu elektrikli olacak.

·         Çin, dünyanın en büyük ikinci kamyon pazarı. CATL gibi firmalar sayesinde batarya değişim istasyonlarıyla 5 dakikada batarya swap’ı mümkün hale geldi.

·         Bu teknoloji, ağır ticari araçların (kamyon, otobüs vb.) hızla elektrikliye geçmesini sağlıyor.

Birkaç yıl içinde Çin’de satılacak kamyonların yarısının elektrikli olması bekleniyor. Bu, sadece binek araçlarda değil, yük taşımacılığında da petrol talebini kökten azaltabilecek bir kırılma anı demek.

4. Sonuç: Petrol Kullanılacak, Ama Oyun Değişti

·         Petrol talebi sıfıra inmeyecek; havacılık, petrokimya, savunma gibi sektörler varlığını sürdürecek.

·         Ancak ulaşımda yaşanan dönüşüm, özellikle Çin öncülüğünde, talebi yapısal olarak aşağı çekiyor.

·         Diğer yandan Suudi Arabistan gibi üreticiler arzı kısamayacak kadar gelir bağımlısı hale geldi.

Bu dinamikler birleştiğinde, orta-uzun vadede petrol fiyatlarında yukarı yönlü baskının zayıflayacağı, aşağı yönlü baskının ise güçleneceği bir ortam oluşuyor. Fiyatlardaki yükselişler ancak ani jeopolitik veya arz kaynaklı şoklarla mümkün olabilir; bu da petrol piyasasının yeni bir denge arayışında olduğunu gösteriyor.


Yapay Zeka Yaratıcılığı Öldürüyor Mu?

Yapay zekâ, bir zamanlar hayalini kurduğumuz şeydi. Şimdi ise, elimizin altında. Çocuklar ödevlerini ona yaptırıyor, üniversite öğrencileri tezlerini yazdırıyor, veri bilimciler kodlarını onunla oluşturuyor. Bu teknolojik kolaylık baş döndürücü olabilir. Ama aynı zamanda şu soruyu sormadan geçemiyoruz: Bunca işi bir başkasına – ya da bir şeye – yaptırmak, bizi üretmekten uzaklaştırıyor mu?

Eskiden yaratmak, bir süreçti. Bir fikir kıvılcımı olurdu; onun peşinden gider, hata yapar, düzeltir, yeniden kurar, belki de bambaşka bir sonuca varırdık. Bugün, bu süreci birkaç kelimelik bir komuta indirgeyebiliyoruz. Yapay zekâ bir başlık öneriyor, sonra yazıyı tamamlıyor, sonra belki bir görsel çiziyor. Zihin daha çalışmadan, içerik çoktan hazır hale geliyor. Pratik mi? Evet. Ama yaratıcı mı?

Yapay zekâ, üretim sürecini hızlandırıyor; bu tartışmasız bir gerçek. Saatler sürecek bir metni dakikalar içinde önümüze koyabiliyor. Veri analizi, yazılım, tasarım… pek çok alanda bir yardımcı gibi çalışıyor. Ancak bir noktada bu yardımcılık, ana karaktere dönüşüyor. İnsan, fikir üretmektense, fikir alıcı konumuna geçiyor. Sorgulayan değil, onaylayan bir role bürünüyor.

İşin teknik tarafında da benzer bir dönüşüm yaşanıyor. Birçok veri bilimci, artık yapay zekâya “şu modelin kodunu yazar mısın” diye soruyor. Kod geliyor, çalışıyor… Ama neden çalıştığı bilinmiyor. Hangi varsayıma göre yazıldığı, ne gibi sonuçlar doğurabileceği çoğu zaman göz ardı ediliyor. Derin bilgi yerine yüzeysel çözüm öne çıkıyor. Bu da sadece üretimi değil, düşünme biçimini de etkiliyor.

Akademide ise durum daha da karmaşık. Yapay zekâ ile yazılan tezlerin sayısı her geçen gün artıyor. Metinler düzgün, dil akıcı… Ama özgünlük nerede? Akademik bilgi sadece doğru cümleler kurmak değildir. Problemi fark etmek, hipotez üretmek, araştırmak ve yeni bir katkı sunmaktır. Yapay zekâ bunları taklit edebilir, ama gerçekten yaratamaz. Eğer insanlar da sadece onu tekrar ederse, bir kısır döngü oluşur. Yapay zekâ kendi ürettiğinden öğrenmeye başlar; insan ise öğrenmeyi bırakır.

Bu dönüşüm, dünyada birçok alanda yaratıcı ortaklık şeklinde ilerliyor. Ancak Türkiye’de işler farklı yürüyor. Yapay zekâ çoğu zaman yaratıcı sürecin ortağı değil, üretimin yerine geçen bir “otomatik görevli” gibi kullanılıyor. Ortaokul öğrencisi bile ödevini ChatGPT’ye yazdırıyor; üniversite öğrencileri kaynakları okumadan tez teslim ediyor. Raporlar, sunumlar, analizler... Hepsi birbirine benziyor. Sorgulama yok, eleştiri yok, derinlik yok. Bu durum, teknolojinin yanlış anlaşılması kadar, eğitimin niteliğiyle de doğrudan bağlantılı.

Yapay zekâyı yasaklamanın ya da görmezden gelmenin bir çözüm olmadığını biliyoruz. Asıl mesele, onu nasıl kullandığımız. Yaratıcılığı öldürmeyen ama kolaylaştıran bir araç haline getirebiliriz. Bunun için çocuklara, gençlere, çalışanlara sadece “nasıl kullanılır”ı değil, “neden ve ne zaman kullanılır”ı da öğretmemiz gerekiyor. Teknolojiye yön verecek olan, hâlâ insan. Ama bu yönü belirleyebilmek için önce kendi zihinsel üretim irademize sahip çıkmalıyız.

Yapay zekâ, yaratıcı potansiyelimizi artırabilir. Ancak bu, ancak biz yaratmaktan vazgeçmezsek mümkün.